Kutsal Dedektiflik Bürosu by Douglas Adams
My rating: 4 of 5 stars
Bilimkurgu ve fantastik ögeleri birbirine bağlayıp bunu keyifli bir şekilde anlatmayı başaran bir kitap, Kutsal Dedektiflik Bürosu. Kitap boyunca gerçekten yer yer çok eğlendim, yer yer ilginç bulduğum noktalar oldu ve her şeyden öte hayalgücüm çok farklı seviyelere ulaştı. Eh, bunu söyleyerek kitabı "kutsal" hale getirmiş olmak biraz abartı olur. Kutsal Dedektiflik Bürosu elinize alıp kafa dağıtmak için harika bir kitap. Eğer derinliğine inerseniz hayal kırıklığına uğramanız olası, eğer yüzeysel bakarsanız kitaptan keyif almamanız hayli olası, o yüzden geriye kalan tek seçenek anlatılanları hiç sorgulamadan onunla beraber serüvenden serüvene uçmanız. Daha sonra o serüvenler birleşip mantıklı hale geldiğinde sizi tatmin eden bir sonuca ulaşabiliyorsunuz.
Kitapla ilgili övgüde bulunacağım ilk konu karakterler. Gerçekten her bir karakteri ilgiyle okuduğumu söyleyebilirim. Bazı karakterler bunların arasından sivrilip çok daha eğlenceli hale geliyor. Açıkçası yer yer anime seyrediyormuşum hissine kapıldığımı bile söyleyebilirim. Diğer karakterlerin hikayeleri ise hiç aşina olmadığımız bir konuyu işliyor. Özellikle o karakterlerin yaşadığı hissiyatı okurken gerçekdışı bir durum gerçekten oluyormuş hissine kapıldım. Ayrıca bu iki farklı kategorideki karakterlerin birbiriyle etkileşimi o kadar ustalıkla işlenmiş ki hiçbirisi sırıtmıyor, kitapta ilerledikçe karakterlerin hikayeye katkısı çok daha mantıklı hale geliyor.
Kitabın bir diğer güzel yanı ise bilimsel açıdan güzel noktalara değinmesi. Gerek kuantum alanına dair düşünceler olsun, gerek zamanın kendisine olan atıflar olsun, gerekse farklı dünyalarda yaratılan farklı işlevlere sahip cihazlar olsun; bu detayları okuyup irdelemek bu kitabı değerli kılan özelliklerden birisi oldu benim için. Mesleki uğraşlar açısından çok güzel bir yaklaşım açısı bulduğum bir alıntı paylaşıyım:
"Eğer bir şeyi gerçekten anlamak isterseniz, bunun en iyi yolu onu başka birine anlatmaya çalışmaktır. Bu şekilde insan olayı kendi zihninde düzene koymaya mecbur kalıyor. Öğrenciniz ne kadar yavaş ve aptalsa, siz de açıklamayı o kadar daha basit bir şekilde yapmak zorundasınız. Ve bilgisayar programları yazmak aslında budur. Karmaşık bir fikri, aptal bir makinen bile anlayabileceği küçük adımlar şeklinde düzenledikten sonra, o şey hakkında kendiniz de gerçekten bir şeyler öğreniyorsunuz."
Kitabın sorunlarına gelecek olursak eğer, bunların en başında çeviri geliyor. Normalde çeviriye çok yermeyen birisiyim ama bu kitapta rahatsız edecek hatalar ne yazık ki fazlasıyla bulunmakta. Bazı kısımlarda çevirmen, orjinal kitaptaki cümleyi tıpatıp aynı şekilde kalkışınca okuyucu için o cümleyi anlamak adeta işkence hale gelmiş. Kitabı okurken belli bir noktadan sonra hem bu hataları görmezden gelmeye başlamam hem de bazı yerlerde çevirmenin harika iş çıkarması kitaptan genel olarak keyif almamı sağladı yine de.
Bunun dışında kitabın sonuyla ilgili birkaç tuhaflık var. Bu tuhaflığın ikinci kitapta açıklanmasını bekliyorum açıkçası. Bunun en temel sebebi kitabın sonlarının gerçekten biraz aceleye gelmiş olması. İkinci kitap, bu kitaptan farklı bir konuyu ele alıyorsa müthiş hayal kırıklığına uğrayacağım.
Genel olarak kitabın ağır ve ilginç başlayan başlangıcından sonra bahsettiğim eğlenceli karakterlerin hikayeye girişi ile kitaptan epey keyif aldım. Beni birçok kez güldüren ve aynı zamanda düşündürüp sorrgulatan bir eser oldu Kutsal Dedektiflik Bürosu. Ayrıca Douglas Adams'ın en meşhur kitabı olan "Otostopçunun Galaksi Rehberi" kitabını şimdi daha da çok merak ediyorum. Bilimkurgu-fantastik-komedi birleşimi bir kitap okumak isteyen herkese bu kitabı kesinlikle tavsiye ederim.
View all my reviews
24 Aralık 2016 Cumartesi
10 Aralık 2016 Cumartesi
Kâğıt Ev by Carlos María Domínguez
My rating: 4 of 5 stars
Kitabı bitirdikten sonra düşünce trenine ("Train of Thoughts"u bu şekilde çevirmek daha mantıklı, sonradan fark ettim!) kapıldım. Yaklaşık 15-20 dakikadır, bu kitabın bende yaşattığı hissiyatı nasıl açıklamam gerektiğine dair düşünceler gerçekten bir tren gibi gelip geçti aklımdan. Yine de pek tarif edilesi bir his değil şu an yaşadığım duygu. Şimdi o düşüncelerden birkaçını buraya paylaşıyım.
Kitapçıya uğrarken "Kağıt Ev"i diğer kitapların arasından aldığım anı hatırlıyorum. Etrafı kalın kitaplarla doluyken elime geçen bu incecik kitabın anlattıklarının neredeyse o kalın kitaplardan farklı olmaması gerçekten çok acayip bir durum çünkü kitabın her sayfasının öylesi bir -nasıl desem- çekim gücü var ki diğer kitapların 5-10 sayfasına bedelmiş gibi. Kitabın sonlarına yaklaştığımda sanki zamanı yavaşlatıp kelimelerin içindeymişim gibi hissettim kendimi. Sanki şu an kelimelerimi yazdığım ekranın kendisi kocaman bir "ekran" yazısından ibaretmiş gibi. Bu kelimelerin gücünü nasıl anlatsam bilemiyorum, sadece o öylesi bir dünyaydı ki bitince etrafımdaki bütün kelimelerin bir süpürgeyle çekilip minik bir boşluğa kapılmışım gibi his yaşadım. Çocukken hiç düşünmez sadece anı yaşarız ya, sonra büyümeye başladıkça düşünceler etrafımızı sarar ve hayat kendini gösterir, işte hiçbir şey düşünmeyip sadece kitabın anlattıklarıyla iç içeydim. Bu hissi yaşatmış olması bile bu kitabın çok özel olduğunu gösteriyor.
Yukarıdaki paragraf düşünce trenimin sadee bir vagonu ve bunun gibi acayip vagonlar var. Bunlardan bir diğer önemli bulduğum konu ise okuduğum kitaplara olan bakış açıma inanılmaz bir derinlik ve değerlilik katması. Hayalini kurduğum evde bir kütüphanem olmasını çok isteyenlerden birisiyim ve bu kitaptaki bazı bilgiler bu konuda o kadar aydınlattı ki beni, hem kurabileceğim kütüphanenin hayatıma olan değerini hem de kütüphanenin sıradan bir kavram olmadığını çok net bir şekilde görebildim.
Kitap ile ilgili tek olumsuz düşüncem kitapların karakterler üzerinde nasıl değişim yarattığını görememek. Kitap üzerine düşüncelerimi iletirken veya sizlerin bu kitap üzerine düşüncelerini okurken aldığım keyif benim için o kitabı diğerlerinden ayrı kılan karakteristik sınırları oluşturuyor. O yüzden karakterlerin okuduğu kitaplara harcadığı zamanı, insanlarla o kitaplar üzerine tartışmak için harcamaması bir parça hayal kırıklığı oldu benim için.
Özetle geçmek gerekirse kitap okumayı seven herkesin hayatının bir döneminde elinde tutması gerektiğini düşündüğüm bir kitap Kağıt Ev. Evinizdeki kitaplara baktığınızda onlara bakış açınız çok daha farklılaştıracak bir hazine çünkü kendisi. Bu yüzden okumamış olan herkese bu değerli hazineyi tavsiye ederim.
View all my reviews
My rating: 4 of 5 stars
Kitabı bitirdikten sonra düşünce trenine ("Train of Thoughts"u bu şekilde çevirmek daha mantıklı, sonradan fark ettim!) kapıldım. Yaklaşık 15-20 dakikadır, bu kitabın bende yaşattığı hissiyatı nasıl açıklamam gerektiğine dair düşünceler gerçekten bir tren gibi gelip geçti aklımdan. Yine de pek tarif edilesi bir his değil şu an yaşadığım duygu. Şimdi o düşüncelerden birkaçını buraya paylaşıyım.
Kitapçıya uğrarken "Kağıt Ev"i diğer kitapların arasından aldığım anı hatırlıyorum. Etrafı kalın kitaplarla doluyken elime geçen bu incecik kitabın anlattıklarının neredeyse o kalın kitaplardan farklı olmaması gerçekten çok acayip bir durum çünkü kitabın her sayfasının öylesi bir -nasıl desem- çekim gücü var ki diğer kitapların 5-10 sayfasına bedelmiş gibi. Kitabın sonlarına yaklaştığımda sanki zamanı yavaşlatıp kelimelerin içindeymişim gibi hissettim kendimi. Sanki şu an kelimelerimi yazdığım ekranın kendisi kocaman bir "ekran" yazısından ibaretmiş gibi. Bu kelimelerin gücünü nasıl anlatsam bilemiyorum, sadece o öylesi bir dünyaydı ki bitince etrafımdaki bütün kelimelerin bir süpürgeyle çekilip minik bir boşluğa kapılmışım gibi his yaşadım. Çocukken hiç düşünmez sadece anı yaşarız ya, sonra büyümeye başladıkça düşünceler etrafımızı sarar ve hayat kendini gösterir, işte hiçbir şey düşünmeyip sadece kitabın anlattıklarıyla iç içeydim. Bu hissi yaşatmış olması bile bu kitabın çok özel olduğunu gösteriyor.
Yukarıdaki paragraf düşünce trenimin sadee bir vagonu ve bunun gibi acayip vagonlar var. Bunlardan bir diğer önemli bulduğum konu ise okuduğum kitaplara olan bakış açıma inanılmaz bir derinlik ve değerlilik katması. Hayalini kurduğum evde bir kütüphanem olmasını çok isteyenlerden birisiyim ve bu kitaptaki bazı bilgiler bu konuda o kadar aydınlattı ki beni, hem kurabileceğim kütüphanenin hayatıma olan değerini hem de kütüphanenin sıradan bir kavram olmadığını çok net bir şekilde görebildim.
Kitap ile ilgili tek olumsuz düşüncem kitapların karakterler üzerinde nasıl değişim yarattığını görememek. Kitap üzerine düşüncelerimi iletirken veya sizlerin bu kitap üzerine düşüncelerini okurken aldığım keyif benim için o kitabı diğerlerinden ayrı kılan karakteristik sınırları oluşturuyor. O yüzden karakterlerin okuduğu kitaplara harcadığı zamanı, insanlarla o kitaplar üzerine tartışmak için harcamaması bir parça hayal kırıklığı oldu benim için.
Özetle geçmek gerekirse kitap okumayı seven herkesin hayatının bir döneminde elinde tutması gerektiğini düşündüğüm bir kitap Kağıt Ev. Evinizdeki kitaplara baktığınızda onlara bakış açınız çok daha farklılaştıracak bir hazine çünkü kendisi. Bu yüzden okumamış olan herkese bu değerli hazineyi tavsiye ederim.
View all my reviews
1 Mart 2016 Salı
The Revenant
Bir filmsever olarak 2015'te beni etkileyen yapımlardan birisi The Revenant filmidir. Yönetmen Alejandro Gonzalez Innaritu'nun bir fanı olmasam da seyrettiğim filmlerini farklı yönlerden beni etkilediğini söyleyebilirim. Ayrıca filmin benim için daha ilgi çekici olmasını sağlayan Leonardo DiCaprio'nun ve Tom Hardy'nin eserlerinin genel olarak hayranı olduğumdan The Revenant benim için 2015 yılı boyunca Star Wars'dan sonra merakla beklediğim filmlerden birisi olmuştur.
The Revenant'ın ilk fragmanı nete düştüğünde gördüklerim beni epey büyülemişti. Doğanın kullanımı, Leonardo DiCaprio ve Tom Hardy'nin muazzam surat ifadeleri, Leo at kullanırken kameranın gösterdiği açılar ve muazzam ayı sahnesi... Mad Max'in fragmanını tekrar tekrar seyretmekten yorulmuştum ve bu fragman resmen aynı hissiyatı doğurmuştu ben de. Diğer yandan ise kendime kızıyordum çünkü o ayı sahnesini görmeyip filme gitsem çok daha güzel olabilirdi diye düşünüp dert yandım. Bu yüzden ikinci fragmanı hiç dokunmamaya çalıştım ama daha sonra çok fazla övülünce dayanamayıp sadece bir kez seyrediverdim. İnanır mısınız bilmem ama filmden sonra o fragmanı tekrar seyrederseniz eğer aslında ikinci fragman tarihin en kötü fragmanıdır çünkü filmin hikayesini tertemiz şekilde anlatmıştır. Eğer o ikinci fragmanı ciddi şekilde seyretseydim bu film beni çok kötü bir şekilde hayal kırıklığına uğratabilirdi açıkçası.
Alejandro'nun Birdman'de yarattığı etki ile DiCaprio ve Hardy'nin birleşimi, daha sonrasında ise bu fragmanlar doğal olarak beklentilerimi çok yükseltti. Beklentilerimin çok yüksek olması pek istemediğim bir şeydir çünkü bundan dolayı yaşadığım hayal kırıklıklarının sayısı aşırı fazla. Mad Max filmine giderken çok korkuyordum açıkçası ama Mad Max filmi daha film başladıktan kısa süre sonra kendini gösteren aksiyon fırtınası ile beklentilerimi bir çırpıda silip filmin içine çekmişti direkt beni. Aynı şeyi The Revenant yapabilir miydi peki? Büyük ihtimalle yapmayacaktı. Böyle söylüyorum çünkü filmi seyrederken beklentilerim epey azalmıştı. Sevdiğim bazı eleştirmenler filmi beğenmedi ve bunu görmek bile bana inanılmaz hayal kırıklığı yaşatttı.
The Revenant filminden çıktığım zaman ise yaşadığım his neydi peki? Tatmin olmak. Yüzümde gülümseme vardı. Bir de feci üşüyordum orası ayı. Film sonrası kahve içmek inanılmaz tatlı oldu o yüzden. Üşümemin sebebi salonun soğuk olması değildi, soğuk içki aldığım için de değildi, üzerimde beni her daim sıcak tutan giysiler de vardı. Film üşümemi sağladı. Filmleri çok güzel yapan elementlerinden birisi bu değil midir? O atmosferi hissetmenizi sağlamak? Benim için The Revenant'ı diğer filmlerden farklı kılan çok önemli sebeplerden birisidir bu. Kışın dondurucu soğuğunda doğanın size düşman oluşu beni derinlemesine etkiledi. John Steinback'in Beyaz Diş adlı romanındaki sayfalarının içinde çıkan cümlelerin canlanışını görüyorsunuz devasa ekranda. Soğuğun sizi ele geçirişini, soğuğun sizin için büyük bir düşman olduğunu ve soğuğun içinde sizi sıcak tutan bir kürkün veya bir atın içinin sıcaklığının ne kadar önemli olduğunu iliklerinize kadar hissediyorsunuz.
Doğayı mahveden insanları da çeşitli filmlerde seyrettik, çeşitli hikayelerde okuduk ve Assassin's Creed de oyununu bile oynadık. Bu filmin ekstra bir getirisi var mı? Hayır. Kızılderililerin, postlardan geçim sağlayan yabancıların hissiyatlarına yabancı kalmıyorsunuz. Aynı zamanda intikam hikayeleri de gayet sıradanlaşmış bir konudur. Bu filmde diğerlerinden farklı bir şey sunmuyor bizlere. Sanatı ölümsüz ve güzel kılan oysaki dinlediğimiz bütün insanlık hikayelerinin dünya üzerinde izler bırakması ve medeniyetin daha fazla gelişmesine olanak sağlaması. Dar olan bakış açımızı bu hikayeleri dinleyerek, okuyarak, seyrederek biraz daha genişletiriz. Böylece hayatın kendisine daha kolay adapte olur, daha olgunlaşırız. Bu film büyük pencerede bize farklı bir şey sunmuyor bu yüzden fakat küçük detaylara el atarsanız sunduğu çok önemli mesajlar var.
Bunlardan en önemlisi hayatta kalma içgüdümüz. Bu filmin en önemli değerlerinden birisi budur. Oğlunu yani hayatını kaybetmiş olan bir insanın intikam motivasyonunu görüyorsunuz, evet ama diğer yandan bu intikamı gerçekleştirmekten daha öncelikli bir sorun varsa o da sizi zorlayan doğa koşullarının içinde hayatta kalacağınızdır. Leonardo DiCaprio'nun Oscar kazanmasının benim için varsa bir sebebi salyasını akıtması, sürünmesi ya da bir ayı tarafından parçalanması değil; bana o hayatta kalma içgüdüsünü sürekli ve sürekli hem mental hem de duygusal şekilde gösterebilmesidir. Filmi seyreden bir seyirci olarak yaşadıklarının çok fazla aşırıya kaçtığını kesinlikle düşünüyor olabilirsiniz fakat eğer siz Hugh Glass'sanız (ki kendisi gerçekten hem o ayı saldırısından hem de doğa saldırısından kurtulabilmiş birisi) temel hedefiniz önünüze çıkan bütün engellere rağmen hayatta kalmak istersiniz. Karşınıza çıkan bütün sorunları kafanızdaki intikam düşüncesi bir kenara hayatta kalmak için çözmeye çalışırsınız. Böylesi bir adrenalin ne kadar bir seyirci gözüyle bakarsak mantıksız olsa da, o anı yaşayan birisi olarak düşünürseniz eğer gayet mümkün olabilir. DiCaprio'nun bu konudaki performansı ve Alejandro'nun yarattığı atmosfer bu yüzden inanılmaz. Hikayenin kendisi inanılmaz değil, hikayenin uygulanışı inanılmaz. Bu uygulanışı yansıtabilmek ise her insanın harcı değildir.
Film içindeki küçücük motivasyonlar (paranın önemi, hayatın önemi, erdemliğin önemi, ailenin önemi, doğanın önemi) filmin içindeki diğer küçük mesajlardır. İnsanın insana karşı mücadelesi kadar insanın doğaya karşı mücadelesini seyredersiniz bu filmde. Filmin ayrıca gösterdiği diğer önemli şey ise doğanın size sürekli karşı oluşu değil, size bazen yardım da etmesidir. Belki böyle filmler daha önceden de çıkmıştır ama sinemanın içindeyken böyle bir atmosferin içinde olmak tamamiyle büyüledi beni ve bu yüzden The Revenant diğer filmlerden farklı bir yerde olmuştur benim için.
Yazılacak çok fazla detay içinde özetleyebileceğim şeyler bunlar sadece. Filmdeki doğadan her kare beni mest etti. Doğanın hem güzel hem de ölümcül yanını gösterebilmek büyük bir emek ister. Alejandro Gonzalez Innaritu böylesi bir fikirle yola çıkıp bize bunu sunabildiği için ve birçok insana bunu hissettirebileceği için (ki yeşil ekran karşısında da bunu yaptırabilirdi (!) ) büyük bir saygı hak ediyor. Leonardo DiCaprio, The Wolf of Wall Street'de çıplak kadınların ve paranın içinde yüzdüğü kısaca hayatın keyfini çıkarabildiği bir ortamdan kendisini sınayan ve zorlayan, kamera karşısındayken etrafında hiçbir insanın olmadığı tamamiyle sağlığını zorlayacak derecede soğuk bir ortama geçebildiği için saygıyı hak ediyor. Tom Hardy, bir aksanı daha ne kadar profesyonelce yapabilir bilemiyorum ama en basitinden sırf bunu yapabildiği için saygıyı hak ediyor. Sırf bu küçük detayların büyük kahramanları oldukları için The Revenant gerçekten çok özel bir film ve benim için her daim farklı bir anlamı olacaktır.
The Revenant'ın ilk fragmanı nete düştüğünde gördüklerim beni epey büyülemişti. Doğanın kullanımı, Leonardo DiCaprio ve Tom Hardy'nin muazzam surat ifadeleri, Leo at kullanırken kameranın gösterdiği açılar ve muazzam ayı sahnesi... Mad Max'in fragmanını tekrar tekrar seyretmekten yorulmuştum ve bu fragman resmen aynı hissiyatı doğurmuştu ben de. Diğer yandan ise kendime kızıyordum çünkü o ayı sahnesini görmeyip filme gitsem çok daha güzel olabilirdi diye düşünüp dert yandım. Bu yüzden ikinci fragmanı hiç dokunmamaya çalıştım ama daha sonra çok fazla övülünce dayanamayıp sadece bir kez seyrediverdim. İnanır mısınız bilmem ama filmden sonra o fragmanı tekrar seyrederseniz eğer aslında ikinci fragman tarihin en kötü fragmanıdır çünkü filmin hikayesini tertemiz şekilde anlatmıştır. Eğer o ikinci fragmanı ciddi şekilde seyretseydim bu film beni çok kötü bir şekilde hayal kırıklığına uğratabilirdi açıkçası.
Alejandro'nun Birdman'de yarattığı etki ile DiCaprio ve Hardy'nin birleşimi, daha sonrasında ise bu fragmanlar doğal olarak beklentilerimi çok yükseltti. Beklentilerimin çok yüksek olması pek istemediğim bir şeydir çünkü bundan dolayı yaşadığım hayal kırıklıklarının sayısı aşırı fazla. Mad Max filmine giderken çok korkuyordum açıkçası ama Mad Max filmi daha film başladıktan kısa süre sonra kendini gösteren aksiyon fırtınası ile beklentilerimi bir çırpıda silip filmin içine çekmişti direkt beni. Aynı şeyi The Revenant yapabilir miydi peki? Büyük ihtimalle yapmayacaktı. Böyle söylüyorum çünkü filmi seyrederken beklentilerim epey azalmıştı. Sevdiğim bazı eleştirmenler filmi beğenmedi ve bunu görmek bile bana inanılmaz hayal kırıklığı yaşatttı.
The Revenant filminden çıktığım zaman ise yaşadığım his neydi peki? Tatmin olmak. Yüzümde gülümseme vardı. Bir de feci üşüyordum orası ayı. Film sonrası kahve içmek inanılmaz tatlı oldu o yüzden. Üşümemin sebebi salonun soğuk olması değildi, soğuk içki aldığım için de değildi, üzerimde beni her daim sıcak tutan giysiler de vardı. Film üşümemi sağladı. Filmleri çok güzel yapan elementlerinden birisi bu değil midir? O atmosferi hissetmenizi sağlamak? Benim için The Revenant'ı diğer filmlerden farklı kılan çok önemli sebeplerden birisidir bu. Kışın dondurucu soğuğunda doğanın size düşman oluşu beni derinlemesine etkiledi. John Steinback'in Beyaz Diş adlı romanındaki sayfalarının içinde çıkan cümlelerin canlanışını görüyorsunuz devasa ekranda. Soğuğun sizi ele geçirişini, soğuğun sizin için büyük bir düşman olduğunu ve soğuğun içinde sizi sıcak tutan bir kürkün veya bir atın içinin sıcaklığının ne kadar önemli olduğunu iliklerinize kadar hissediyorsunuz.
Doğayı mahveden insanları da çeşitli filmlerde seyrettik, çeşitli hikayelerde okuduk ve Assassin's Creed de oyununu bile oynadık. Bu filmin ekstra bir getirisi var mı? Hayır. Kızılderililerin, postlardan geçim sağlayan yabancıların hissiyatlarına yabancı kalmıyorsunuz. Aynı zamanda intikam hikayeleri de gayet sıradanlaşmış bir konudur. Bu filmde diğerlerinden farklı bir şey sunmuyor bizlere. Sanatı ölümsüz ve güzel kılan oysaki dinlediğimiz bütün insanlık hikayelerinin dünya üzerinde izler bırakması ve medeniyetin daha fazla gelişmesine olanak sağlaması. Dar olan bakış açımızı bu hikayeleri dinleyerek, okuyarak, seyrederek biraz daha genişletiriz. Böylece hayatın kendisine daha kolay adapte olur, daha olgunlaşırız. Bu film büyük pencerede bize farklı bir şey sunmuyor bu yüzden fakat küçük detaylara el atarsanız sunduğu çok önemli mesajlar var.
Bunlardan en önemlisi hayatta kalma içgüdümüz. Bu filmin en önemli değerlerinden birisi budur. Oğlunu yani hayatını kaybetmiş olan bir insanın intikam motivasyonunu görüyorsunuz, evet ama diğer yandan bu intikamı gerçekleştirmekten daha öncelikli bir sorun varsa o da sizi zorlayan doğa koşullarının içinde hayatta kalacağınızdır. Leonardo DiCaprio'nun Oscar kazanmasının benim için varsa bir sebebi salyasını akıtması, sürünmesi ya da bir ayı tarafından parçalanması değil; bana o hayatta kalma içgüdüsünü sürekli ve sürekli hem mental hem de duygusal şekilde gösterebilmesidir. Filmi seyreden bir seyirci olarak yaşadıklarının çok fazla aşırıya kaçtığını kesinlikle düşünüyor olabilirsiniz fakat eğer siz Hugh Glass'sanız (ki kendisi gerçekten hem o ayı saldırısından hem de doğa saldırısından kurtulabilmiş birisi) temel hedefiniz önünüze çıkan bütün engellere rağmen hayatta kalmak istersiniz. Karşınıza çıkan bütün sorunları kafanızdaki intikam düşüncesi bir kenara hayatta kalmak için çözmeye çalışırsınız. Böylesi bir adrenalin ne kadar bir seyirci gözüyle bakarsak mantıksız olsa da, o anı yaşayan birisi olarak düşünürseniz eğer gayet mümkün olabilir. DiCaprio'nun bu konudaki performansı ve Alejandro'nun yarattığı atmosfer bu yüzden inanılmaz. Hikayenin kendisi inanılmaz değil, hikayenin uygulanışı inanılmaz. Bu uygulanışı yansıtabilmek ise her insanın harcı değildir.
Film içindeki küçücük motivasyonlar (paranın önemi, hayatın önemi, erdemliğin önemi, ailenin önemi, doğanın önemi) filmin içindeki diğer küçük mesajlardır. İnsanın insana karşı mücadelesi kadar insanın doğaya karşı mücadelesini seyredersiniz bu filmde. Filmin ayrıca gösterdiği diğer önemli şey ise doğanın size sürekli karşı oluşu değil, size bazen yardım da etmesidir. Belki böyle filmler daha önceden de çıkmıştır ama sinemanın içindeyken böyle bir atmosferin içinde olmak tamamiyle büyüledi beni ve bu yüzden The Revenant diğer filmlerden farklı bir yerde olmuştur benim için.
Yazılacak çok fazla detay içinde özetleyebileceğim şeyler bunlar sadece. Filmdeki doğadan her kare beni mest etti. Doğanın hem güzel hem de ölümcül yanını gösterebilmek büyük bir emek ister. Alejandro Gonzalez Innaritu böylesi bir fikirle yola çıkıp bize bunu sunabildiği için ve birçok insana bunu hissettirebileceği için (ki yeşil ekran karşısında da bunu yaptırabilirdi (!) ) büyük bir saygı hak ediyor. Leonardo DiCaprio, The Wolf of Wall Street'de çıplak kadınların ve paranın içinde yüzdüğü kısaca hayatın keyfini çıkarabildiği bir ortamdan kendisini sınayan ve zorlayan, kamera karşısındayken etrafında hiçbir insanın olmadığı tamamiyle sağlığını zorlayacak derecede soğuk bir ortama geçebildiği için saygıyı hak ediyor. Tom Hardy, bir aksanı daha ne kadar profesyonelce yapabilir bilemiyorum ama en basitinden sırf bunu yapabildiği için saygıyı hak ediyor. Sırf bu küçük detayların büyük kahramanları oldukları için The Revenant gerçekten çok özel bir film ve benim için her daim farklı bir anlamı olacaktır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)