My rating: 5 of 5 stars
Ütopya dünyasına girişim Cesur Yeni Dünya kitabı ile başlamıştı. Normalde fantazi edebiyatını sevdiğim için, dünyamızın değişik varyasyonlarla anlatılması(içinde büyücülerin, vampirlerin, süper kahramanların olduğu) beni şu anki yaşadığım ve ayrıca sevmediğim gerçeklikten uzaklara götürerek zihnimi rahatlatır. Bilimkurgu dünyasında farklı gezegenler ve farklı türlere olan dair fikirlere bakış atmak ve onları sorgulamayı da ayrı severim. Ütopya, Slavoj Žižek'in yorumuyla şöyledir:
Gerçek ütopya, durum çözümsüz olduğunda, yani olası olanın koordinatları dahilinde bir çözüme gitme yolu olmadığında, salt hayatta kalma dürtüsüyle yeni bir alan icat etmek zorunda olmakla ortaya çıkar. Ütopya özgür hayal gücünün bir ürünü değildir, ütopya içten gelen bir zorunluluk meselesidir, tek çıkış yolu o olduğu için hayal etmek zorunda kalırsınız.
Ütopya hakkında çok farklı yaklaşımlarda bulunmakta elbette ama benim nezdimde ütopyayı benim için değerli kılan en önemli özellik, bu yaratılan dünyalardan sonra şu an yaşadığımız dünyanın ne kadar değerli olabileceği. Kişisel, toplumsal veya başka herhangi bir alanda sorunlarımız bizi ele geçirirken hayata karşı isyan ederiz. Hayatın yaşamaya değer olmadığını düşünürüz. Bu çileleri neden çektiğimizi kendimize sorarız. Fakat bir ütopya kitabı elimize aldığımızda (tabii kaliteli eserlerden bahsediyorum) aslında hayatın hala kontrol edebileceğimiz güzel yanlarının olduğunu görürürz.
1984 bize özgürlüğün, kişisel hayatın gizliliğinin, aşkın, toplumsal olayları sorgulamanın ve bunun gibi birçok insanı insan kılabilecek özelliklerin ne kadar değerli olduğunu gösteriyor. Hayatımızı sürekli bir kamera tarafından gözlendiğinin, sürekli bir ses aygıyı cihazı tarafından dinlendiğinin, nereye gittiğimiz ve orada neler yaptığımızın her şekliyle kaydedildiğinin düşünün (Mmm açıkçası günlük hayatımıza bakarsak telefonumuz, laptopumuz, tabletimiz acaba bunları onlar için gerçekleştiriyorlar mı? Tele ekran koşullarını ismiyle bile sağlıyorlar sanki.). Aşkın yasaklandığı ve tamamiyle Parti'ye bağlı kaldığınız bir dünya. Her şeyden öte düşünmeniz bile yasak. Ne kadar boğucu bir yaşam olurdu değil mi? İşte o hayat, yaşamaya değilmez bir hayat olurdu. İşte o hayat, bizim insanların içinde ne kadar değersiz olduğumuzu ispatlardı. İşte o hayat, ailenin bir önemi olmadığını, aşkın sonunda acı çekeceğimiz bir saçmalık olduğunu, insanların düşüncelerini eleştirmenin neden bir anlam ifade etmediğini bize gösterirdi. Bence bütün bu saydığım sebeplerden ötürü, hayatımız ne kadar kötüye giderse gitsin yaşamın aslında o kadar çirkin, kötü, gaddar olmadığını görebilirsiniz. Hala kontrol edebileceğimiz onca şey varken kendi distopyanızı oluşturarak hayattan pes etmek, size haksızlık olur.
Winston'ın hikayesini okumayanlara "spoiler" olmayacak gerçi ama kitap hakkında hissettiklerimi alıntılarla paylaşacağım. O yüzden dikkat, dikkat!
Nerede kalmıştık? Evet. 1984'ün anlattığı ütopya sadece bu açıdan değerli değil, ilk olarak hayatın içinden görüp aklımın almadığı bir insan profilini tasvir etmiş:
Konuşan adamın beyni değil, gırtlağı idi. Ağzından dökülenler sözcüklerdi, ama bu gerçak anlamda bir konuşma değildi; bir ördeğin vaklaması gibi bilinçsiz olarak çıkarılan sesler yığınıydı.
Gazeteciler, yurttaşlar...
Her yurttaşın, özellikle de gazetecilerin görevi, bu tür cümle ve sözcükleri yakalayıp bunlara karşı savaşmaktır.
Ölümleri sorgulamayan, doğanın mahvedilmesine seyirci kalan, hukuksuzluğa karşı susan bizler...
İnsan hepsinin saçma olduğunu bildikten sonra, ne diye kafasını yorsun bu gibi şeylere?
Ve liderlerini kabul edip onu sorgulamayan insanlar...
Gerçeğe en karşıt şeyleri bile kabullenebiliyorlardı. Her şeyi yutuyorlar ve bu yuttukları onlara zarar vermiyordu. Çünkü içlerinde bir iz bırakmıyordu. Tıpkı bir mısır tanesinin kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi.
1984, insanların ince gerçeklerinden inciler kopartıp "gerçek olması imkansız" bir dünyayı gerçekçi hale getirmiş diyebiliriz sanki?
1984 ayrıca müthiş bir sistem eleştirisi getirmiş. Özgürlük, eşitlik gibi kavramların her daim hiyerarşi altında ezileceğini; iktidara geçen kim olursa olsun bu kavramlara uyamayacağını savunmuş. Düşününce açıkçası her toplumun ister istemez bu hiyerarşi düzenine uyduğunu görebiliyoruz. Aradaki fark ise bazı toplumların daha esnek olması. Sistem demişken, şu alıntıyı da paylaşmadan geçemeyeceğim:
Barış Bakanlığı savaşla, Doğruluk Bakanlığı yalanla, Sevgi Bakanlığı işkence ve zulümle, Bolluk Bakanlığı herkesi aç bırakmakla uğraşır.
1984... Anlattığı daha birçok şey var ama benim için kilit olanlar bunlardı açıkçası. Muazzam bir roman. Muazzam bir ütopya. Tüyler ürperten sona ama bitirdiğinde kendisini hayran bıraktıran bir anlatıma sahip. Yine de biraz ağır ve kasvetli. Buraya kadar yazdıklarımı okuyup kitabı hala okumadınız, hala ne bekliyorsunuz?
View all my reviews