21 Ocak 2017 Cumartesi

1984

19841984 by George Orwell
My rating: 5 of 5 stars

Ütopya dünyasına girişim Cesur Yeni Dünya kitabı ile başlamıştı. Normalde fantazi edebiyatını sevdiğim için, dünyamızın değişik varyasyonlarla anlatılması(içinde büyücülerin, vampirlerin, süper kahramanların olduğu) beni şu anki yaşadığım ve ayrıca sevmediğim gerçeklikten uzaklara götürerek zihnimi rahatlatır. Bilimkurgu dünyasında farklı gezegenler ve farklı türlere olan dair fikirlere bakış atmak ve onları sorgulamayı da ayrı severim. Ütopya, Slavoj Žižek'in yorumuyla şöyledir:

Gerçek ütopya, durum çözümsüz olduğunda, yani olası olanın koordinatları dahilinde bir çözüme gitme yolu olmadığında, salt hayatta kalma dürtüsüyle yeni bir alan icat etmek zorunda olmakla ortaya çıkar. Ütopya özgür hayal gücünün bir ürünü değildir, ütopya içten gelen bir zorunluluk meselesidir, tek çıkış yolu o olduğu için hayal etmek zorunda kalırsınız.


Ütopya hakkında çok farklı yaklaşımlarda bulunmakta elbette ama benim nezdimde ütopyayı benim için değerli kılan en önemli özellik, bu yaratılan dünyalardan sonra şu an yaşadığımız dünyanın ne kadar değerli olabileceği. Kişisel, toplumsal veya başka herhangi bir alanda sorunlarımız bizi ele geçirirken hayata karşı isyan ederiz. Hayatın yaşamaya değer olmadığını düşünürüz. Bu çileleri neden çektiğimizi kendimize sorarız. Fakat bir ütopya kitabı elimize aldığımızda (tabii kaliteli eserlerden bahsediyorum) aslında hayatın hala kontrol edebileceğimiz güzel yanlarının olduğunu görürürz.

1984 bize özgürlüğün, kişisel hayatın gizliliğinin, aşkın, toplumsal olayları sorgulamanın ve bunun gibi birçok insanı insan kılabilecek özelliklerin ne kadar değerli olduğunu gösteriyor. Hayatımızı sürekli bir kamera tarafından gözlendiğinin, sürekli bir ses aygıyı cihazı tarafından dinlendiğinin, nereye gittiğimiz ve orada neler yaptığımızın her şekliyle kaydedildiğinin düşünün (Mmm açıkçası günlük hayatımıza bakarsak telefonumuz, laptopumuz, tabletimiz acaba bunları onlar için gerçekleştiriyorlar mı? Tele ekran koşullarını ismiyle bile sağlıyorlar sanki.). Aşkın yasaklandığı ve tamamiyle Parti'ye bağlı kaldığınız bir dünya. Her şeyden öte düşünmeniz bile yasak. Ne kadar boğucu bir yaşam olurdu değil mi? İşte o hayat, yaşamaya değilmez bir hayat olurdu. İşte o hayat, bizim insanların içinde ne kadar değersiz olduğumuzu ispatlardı. İşte o hayat, ailenin bir önemi olmadığını, aşkın sonunda acı çekeceğimiz bir saçmalık olduğunu, insanların düşüncelerini eleştirmenin neden bir anlam ifade etmediğini bize gösterirdi. Bence bütün bu saydığım sebeplerden ötürü, hayatımız ne kadar kötüye giderse gitsin yaşamın aslında o kadar çirkin, kötü, gaddar olmadığını görebilirsiniz. Hala kontrol edebileceğimiz onca şey varken kendi distopyanızı oluşturarak hayattan pes etmek, size haksızlık olur.

Winston'ın hikayesini okumayanlara "spoiler" olmayacak gerçi ama kitap hakkında hissettiklerimi alıntılarla paylaşacağım. O yüzden dikkat, dikkat!

Nerede kalmıştık? Evet. 1984'ün anlattığı ütopya sadece bu açıdan değerli değil, ilk olarak hayatın içinden görüp aklımın almadığı bir insan profilini tasvir etmiş:

Konuşan adamın beyni değil, gırtlağı idi. Ağzından dökülenler sözcüklerdi, ama bu gerçak anlamda bir konuşma değildi; bir ördeğin vaklaması gibi bilinçsiz olarak çıkarılan sesler yığınıydı.


Gazeteciler, yurttaşlar...

Her yurttaşın, özellikle de gazetecilerin görevi, bu tür cümle ve sözcükleri yakalayıp bunlara karşı savaşmaktır.


Ölümleri sorgulamayan, doğanın mahvedilmesine seyirci kalan, hukuksuzluğa karşı susan bizler...

İnsan hepsinin saçma olduğunu bildikten sonra, ne diye kafasını yorsun bu gibi şeylere?


Ve liderlerini kabul edip onu sorgulamayan insanlar...

Gerçeğe en karşıt şeyleri bile kabullenebiliyorlardı. Her şeyi yutuyorlar ve bu yuttukları onlara zarar vermiyordu. Çünkü içlerinde bir iz bırakmıyordu. Tıpkı bir mısır tanesinin kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi.


1984, insanların ince gerçeklerinden inciler kopartıp "gerçek olması imkansız" bir dünyayı gerçekçi hale getirmiş diyebiliriz sanki?

1984 ayrıca müthiş bir sistem eleştirisi getirmiş. Özgürlük, eşitlik gibi kavramların her daim hiyerarşi altında ezileceğini; iktidara geçen kim olursa olsun bu kavramlara uyamayacağını savunmuş. Düşününce açıkçası her toplumun ister istemez bu hiyerarşi düzenine uyduğunu görebiliyoruz. Aradaki fark ise bazı toplumların daha esnek olması. Sistem demişken, şu alıntıyı da paylaşmadan geçemeyeceğim:

Barış Bakanlığı savaşla, Doğruluk Bakanlığı yalanla, Sevgi Bakanlığı işkence ve zulümle, Bolluk Bakanlığı herkesi aç bırakmakla uğraşır.


1984... Anlattığı daha birçok şey var ama benim için kilit olanlar bunlardı açıkçası. Muazzam bir roman. Muazzam bir ütopya. Tüyler ürperten sona ama bitirdiğinde kendisini hayran bıraktıran bir anlatıma sahip. Yine de biraz ağır ve kasvetli. Buraya kadar yazdıklarımı okuyup kitabı hala okumadınız, hala ne bekliyorsunuz?




View all my reviews

8 Ocak 2017 Pazar

The Sandman, Cilt 1: Prelüdler & NoktürnlerThe Sandman, Cilt 1: Prelüdler & Noktürnler by Neil Gaiman
My rating: 5 of 5 stars

Doğduğumuz zamandan öldüğümüz zamana kadar yaşadığımız süreçte her gün farklı kavrama sahip oluruz. Doğduğumuzda "hayat" kavramına yakınızdır çünkü dünyaya katılan yeni bir yüz olarak var olmamızı şekillendiren ilk öge "hayat"tır. Daha sonra "yaşam" kavramına yakınlaşırız, hayatı nasıl yaşayacağımızı belli bir evre gelir. Sonra bu kavramlar giderek çeşitli dallara ayrılır. Duygular "mutluluk","hüzün","öfke","kıskançlık" kavramlarına ayrılırken; düşünceler "Aile","Arkadaş","Çevre(Dışarısı)","Eşya" gibi farklı kavramlarla özdeşleşir. Belli bir dönem "Sevgi" veya "Aşk"a; belli bir dönem "İş"e, belli bir dönem "Huzur"a ve nihayetinde "Ölüm"e daha yakın hale geliriz. Bu kavramlar karmaşasında sanırım hepimizi en ortak kılan husus (belki yanılıyorumdur) "Rüya" kavramıdır. Sandman'in hikayesinin özünde de bu yatar.

Bu alemin içinde sekiz öykü bulunmakta ve hepsinin bende yaşattığı hisleri paylaşacağım.

Deliksiz Bir Uyku: Hikayeye başlarken elbette içinizde bir beklenti olduğu için hikayenin sizi ilk başta sarması gerekiyor. Buradaki öyküyü farklı kılan zamanın işleyişiydi benim için. Karakterlerin zaman içerisindeki düşünceleri ve insanoğlunun yapısına dair ince fikirler, son derece karmaşık fakat anlaşılır bir atmosfer içerisinde aktarılmış. Okurken genel olarak hissettiğim huzursuzluk oldu fakat bu huzursuzluğun sonraki hikayelerin temeli olması çok önemli oldu benim için.

Kusurlu Ev Sahipleri: Öykü ilerlerken karakteri daha iyi tanıma ve gelişme süreci açısından kilit bir öykü bu kısım. Özellikle Morpheus'a en çok bağlandığınız ve onunla birlikte yol almaya hazır olduğunuz öykü. Ayrıca yaşadığı evrende çok iyi yansıtılmış. Burada yaşanılan çevreyi tanıma ve anlama açısından en çok merak hissiyatı oluşturdu ben de.

Düşünde Biraz Beni Düşle: DC'den sevdiğim ama çok tanımadığım bir karakterin dahil olduğu bu öykü genel olarak eğlenceli geçiyor. Sonlarına doğru ise unutamayacağım bir tasarıma sahip. "Uyuşturucu gibi çektiğim çizimler" en çok burada hissettirdi kendisini, adeta büyülendim.

Cehennemde Bir Umut: Herhalde bu öykü favorim çünkü en çok alıntı aldığım yer burasıydı. Benim için en değerli cümlelerden birisini paylaşıyorum:

Hep tek başıma oldum, ama burada, düşün geceye dönük kıyılarında, yalnızlık dalga dalga kaplıyor içimi, ruhumu lime lime ediyor.


Elbette yalnızlığın diplerinde yaşayan birisi olarak bu cümle romanın içine daha çok girmemi sağladı. Çok önemli iki sahne daha var: birisi "Umut", diğeri de "Cennet hayali". Bu iki sahne öylesine epikti ki benim için anlatılmaz yaşanır tabirine epey uygundur sanırım.

Yolcular: İki farklı hikayenin anlatıldığı bu öykü, şu ana kadar en nefret ettiğim kötü karakterlerden birisinin tanıtımını ve Sandman'in DC'ye dokunuşunu içermekte. Bu öykü genel olarak "fantastik" şekilde ilerleyen bir anlatıma sahip. Sonu şok edici ve sonraki hikayeye harika bir altyapı hazırlıyor. Bir karaktere çok üzüldüm. Üzdü yani. Neden... Neyse.

24 Saat: Bu öykü, bu çizgi romanı bir üst seviyeye taşıyor kesinlikle. Başka bir şey söylersem tadı kaçar. Sadece "bitsin artık bitsin" diyerek okuduğum bir kısımdı burası ve bitirdiğime sevindim.

Ses ve Öfke: 24 Saat'de yaşadıklarımı en güzel şekilde yatıştıran ve hikayeyi toparlayan öykü oldu. Çok şey yaşadıktan sonra artık huzur isterseniz ya. O huzuru veriyor açıkçası.

Kanatlarının Sesi: İçinde harika bir şiire sahip olan, sayesinde Mary Poppins'i de seyrettirecek olan ilginç bir abla-kardeş hikayesi. Muhteşem son mu? Bazıları katılmayabilir. İz bıraktı mı? Kesinlikle. Kanatlarının sesini acaba biz duyabilecek miyiz?

Sonuç olarak çok farklı bir atmosfere sahip, sizi farklı farklı duygulara sevk eden ve nihayetinde konsepti sorgulatan bir çalışma olmuş. Beklenti, gerçekten çok zarar veren bir his ve çok nadir eser tatmin ettirir. Açıkçası bu eser tatmin olmamı sağladı çünkü çok çok farklı bir şey sundu bana. O yüzden tavsiye ederim.

(Bu arada bu çizgi romanı okuyanlar için minik tavsiye: Shinigami no Seido. Muhakkak bakın derim.)


View all my reviews