18 Şubat 2017 Cumartesi

Dava

DavaDava by Franz Kafka
My rating: 4 of 5 stars

Dava kitabını okumak hayatımın en yorucu süreci oldu. Bu cümle ne kadar olumsuz gözüküyor değil mi? Aksine hayatımızda bizi yoran süreçlerin karakterlerimizi ne kadar geliştirdiğini unutmaktayız hep. Dava'yı bundan 3 yıl öncesinde okuyamazdım, sıkılırdım. Bundan 4 ay sonrasında da okuyamayabilirdim çünkü hayatın daha yoğun bir sürecine girmek üzereyim. Dava'yı şimdi okuyup bitirebilmiş olmak kendi nezdimde kitap okumayı sevdiğimi gösteriyor, bu duygunun tıpatıp aynısını Tutunamayanlar kitabında yaşamıştım. O kitapta beni inanılmaz yormuştu fakat bitirdiğim zaman o kitapla beraber düşüncelerimin şekillenmesi, biçimlenmesi ve kişiliğimin farklılaşmasını adeta hissettim. Bazı özel kitapları okumanın sizi olduğunuzdan daha da farklılaştırdığını düşünüyorum. Bazıları bu farklılığı diğerlerinden üstünlük olarak algılasa da aslında bu durumun kendisini kendinden daha üstün kıldığını görmemekte. Bu kitabı okumadan önceki ben ile şimdiki ben aynıyız ama ikisi arasındaki fark nedir diye soracak olursanız cevabına "derinlik" derim.

Dava kitabının kişiliğe etkisinden bahsettikten sonra kendisinden bahsedelim. Sabah kalktınız, iyice gerindiniz, daha sonra kalkıp yüzünüzü güzelce yıkadınız ve kendinize geldikten sonra da “güzel bir kahvaltı hazırlama zamanı” diye düşündünüz. Mutfağa girdiğinizde ise karşınızda iki beyefendi oturmakta (nasıl girdikleri hayal gücünüze kalsın). Sabahleyin evinizde tanımadığınız bu insana adapte olmaya çalışırken size “Sayın/Sevgili …, mahkeme kararının verdiği yetkiye göre tutuklusunuz. Tutuklanmanızın sebebini bilmiyoruz ama sizi götürmemiz gerekiyor” dediğinde neler düşünürdünüz? Hayatınız nasıl şekillenirdi? Dava bu hikayenin üstüne kurularak gelişen bir polisiye romanı değil. Dava bu temelin üzerinde kurulan düşünceler katmanı. Karşınızda devasa bir beyin var, beyin bu temel üzerine düşünüyor ve düşünme esnasında içinde geçen kıvılcımları Kafka söküp size sunuyor. (Ne yazıyorum acaba ben, bunu lütfen yorumlarınızda belirtiniz. Sanırım Nietzsche’nin üstinsan modunda dolaşıyorum!)

Bu sitedeki kullanıcılardan birisiyle yaptığım tartışmalardan birisinde “herkesin kendisine göre doğrusu olduğu” cümlesiyle karşılaşmıştım. Dava kitabı öyle bir kitap ki bu cümle onun üzerine kurulmuş gibi duruyor. Siz bu kitabı elinize alıp okusanız benim düşüncelerimden tamamiyle farklı düşüncelere sahip olacaksınız. Velakin benim şu an yazdıklarım kendime göre “doğru” olanlar değildir, kendime göre kitaptan çıkardıklarımdır. Eğer bir doğruya ulaşacaksak bu ancak kitabın üzerine yapılabilecek beyin fırtınasıyla olur. Bu beyin fırtınasınında 6-7 kişiyle yapılması sadece kısmi doğruya ulaştırır bizi. O yüzden doğruyu bulmak yerine kitaptaki fikirleri hayatımıza entegre edecek yöntemlerle kendimizi geliştirmek daha doğru bir yaklaşım olur diye düşünüyorum. Peki bu paragrafı yazmanın sebebi ne? Çünkü sonraki yazacaklarım tamamiyle benim kitaptan çıkardığım düşünceler. Bunlar hiçbir şekilde doğru olmak zorunda değil, hatta yanlış çıkarsa beni sevindirmiş olursunuz! Kesinlikle boş olduklarını düşünmüyorum ama. Şimdi onları paylaşayım.

Dava kitabının kendisi bana göre büyük bir metafor. Joseph K.’nın kendi davası üzerine yaşadığı süreci görüyoruz ama asıl göstermek istediği bana göre kendi davamız. Örneğin benim davalarımdan birisi üniversiteyi bitirmekti. Üniversiteye girmeden önce üniversitede okumanın mesleğimizin yapıtaşı olacağını öğreniyoruz. Halbuki Bill Gates, Steve Jobs gibi örneklere bakarsak üniversitede okumaksızın o meslekte kendimizi gayet geliştirebiliriz. Uç örnekler gibi gözükebilir ama asıl anlatmak istediğim sabah kahvaltıda ansızın ailenizin size “üniversitede okumalısın” gibi bir durum bu. Kitapta Joseph K. davasına suçsuz olduğu için kayıtsız kalıyor, ben de ilk başta üniversitemde okurken kayıtsızdım. Mesleğimin temellerini öğreniyorum zaten sadece sınavlarımı versem yeterli diyordum.

Hayatınıza daha sonra biri girer ve böyle giderseniz mesleğinizde son derece vasat olacağınızı iddia eder. Böylece siz ekstra çalışırsınız ama ekstra çalışmanızdan ötürü sınavlarınıza odaklanamamaya başlar ve bu yüzden derslerden kalmanız kaçınılmaz olur. O kişinin asıl amacı size iyi bir nasihatte bulunmakken sizi daha karanlık bir tünele sürükler.

Karanlık bir tünelin içindeyken hayatınızdaki bu zorlukları kendinizin aşamayacağını düşünürsünüz ve elinizden birisinin tutmasını istersiniz. Bu sayede zorlukların üstesinden rahatlıkla gelebileceğinizi düşünürsünüz. O kişiyi bulursunuz ve onun elini sıkı sıkı tutar, sadece kendi zorluklarınızın değil onun da kendi zorluklarının üstesinden gelmesine yardım etmek istersiniz. Fakat ya o güvendiğiniz kişi sizin ilerlemenize yardımcı olmuyorsa? Önceleri rahat halledebileceğiniz bir iş, o kişi yüzünden daha zor hale geliyorsa? Karanlıktan kurtulmak isterken daha da karanlığa batmak durumunda kalmaz mısınız?

Bunlar kitaptaki metaforlardan esintilerin bir kısmıydı benim için. Özellikle kitabın sonlarındaki bir bölümde metafor içinde metafor oluyor desem yanılmam. İki karakterin bir öykü üzerinde yaptığı yorumlar, benim şu an bu kitap üzerinde yaptığım yorumlara tıpatıp benziyor. Bu durumu yaşamak bana Kafka’nın ne kadar özel bir yazar olduğunun ispatının ta kendisi oldu.

Kitap ile ilgili bir düşük not vermemin tek sebebi, bütün bu düşünceleri sunmama rağmen kitap için yeterince olgun olduğumu düşünmemem çünkü kitaptaki bazı anlarda gerçekten boğuldum. İleride hem kitabı hem de kendi yazımı okuduğum zaman büyük keyif alacağımı düşünüyorum.

Ne yazık ki bu incelemeyi kısa kesmek durumunda kaldım çünkü fikirlerimin hepsini açsam ortaya başka bir kitap çıkabilirdi sanırım. Bu hali bile yeterince uzun oldu. Umarım kitabı okuduğunuzda ve daha sonra bu incelemeye göz attığınızda yazdığım bu cümleler size ekstra bir bakış açısı katmış olur. Ayrıca umarım bu kitap üzerine beyin fırtınası yapabildiğimiz bir ortamda oluşur. Kısaca Dava’nın bana etkisi böyle oldu işte. Acaba size etkisi nasıl olacak?

View all my reviews

13 Şubat 2017 Pazartesi

Alphaville

İki ayrı yarı olarak seyrettiğim Jean-Luc Godard'ın eseri Alphaville üzerine birkaç kelime yazmak istedim. Diğer birçok distopya eserinden farklı olarak bu distopyanın özünde her şeyin mantıktan oluşması, herkesin mantığa göre hareket etmesi ve duygularında yoksun olması var. Bu filmdeki ülkelerin (belki de galaksilerin? O konuda biraz kafam karışık) başkentleri bizlere epey tanıdık. Tokyo, New York gibi mega şehirleri içeriyor fakat asıl iki mekan olarak Alfakent ve Dışülke'nin ağırlığı olduğunu söyleyebiliriz. Alfakent bahsettiğim mantıksal ögelerin kurulduğu distopya iken Dışülke hakkındaki detaylar çok bilinmese de özgürlüğün ve günümüzdeki kavramların hala korunduğu bir yer.

Lemmy Caution, Dışülke'den Alfakent'e gelmiş gazeteci kimliğinde bir casus. Lemmy Caution'ın sayesinde bu distopyanın detaylarını öğreniyoruz. Lemmy Caution'ın iki görevi var: Henri Dickson'ı kurtarmak ve Prof. von Braun'u öldürmek. Bu görevleri yerine getirmeden önce kaldığı mekandaki kadınların görevi onu baştan çıkarmak. Bilim adamlarının arasında herhangi bir kadının olmayışı, bu distopyada kadınların sadece bu amaçla kullanıldığını gösteriyor. Burada kadınların yapısında duygusallığın daha ön planda olması sebep gösterilmiş olabilir. Alfakent'te duygusallığa hiçbir geçit verilmediğinden ve erkek - kadın ilişkisinin ayrılmaması gerektiği bilindiğinden kadınların var oluş amacı buna göre "programlanmış". Distopyanın kendilerine özel temaları vardır ve bazılarında kadınların rolü güçlüyken burada ise biraz daha zayıf gözükmekte. Fakat Natacha karakteri özelinde filmi sorgulatan konu kadınların üzerinedir. 

Filmle ilgili diğer detaylara girmeyeceğim. Bu filmde benim asıl ilgimi çeken konu, matematik veya fizikle ulaşan bilim adamlarının kurduğu bir distopyada aşkın ve vicdanın yeri. Bu açıdan ele aldığımda filme gerçekten hayran kaldım. Matematik, benim en büyük tutkumdur. Mesleğimi seçmemdeki en büyük etmendir ve belki de diğer yeteneklerim arasında en üst seviyeye koyduğum bir daldır. Bundan dolayı buradaki bilim adamlarından birisini kendim olarak gördüğümde film hiç sırıtmadı. Aşka dair tutumumda genel olarak aksi yönde olduğundan filmdeki kötü adam olarak bile görülebilirim. Peki matematik (ya da bilim diyelim, fizikçiler kızmasın sonra) ile aşk birbirine bu kadar zıt mıdır? Mantık ile duygunun çatışması! Herhangi bir seçim yaptığımızda beynimizin bize mantıklı olanı ama kalbimizin ise duygularımıza ses vermesini tercih etmesi. Ben açıkçası şu an bir bilim adamı değilsem tamamiyle duygusal olmamdan kaynaklanıyor. Eğer kadınlara dair hislerimi şu an üzerimden söküp atsaydım çalışkanlığımdan ötürü kendimi yetkin bilim adamlarının arasına bile koyabilirdim. Tabii bu farazi bir durum olduğu için ne kadar yeterli ve önemli birisi olurdum bu tartışılır.

Bazı zamanlar bunun hayalini kurduğum için buradaki distopyayı çok yakın buldum düşündüklerime. Aşk ve vicdanın olmadığı bir ülke nasıl olurdu? İnsanlık adına mükemmelliğe ulaşmaz mıydık? Diğer yandan büyük işlerin ardında büyük aşkların olduğu durumlarda mevcut. Eğer matematik aşkı çözümleyebilseydi o zaman nihai gizemin çözümüne ulaşır mıydık? Bu durumda bilimdeki bilinmeyenleri keşfetmek mi en büyük gizemdir yoksa aşkın kendisi mi? Bunun gibi milyonlarca soru oluşturuyor işte bu güzel film. 

Filmin bana göre en vurucu yanı havuz sahnesi. Bu sahneye göre bu distopyada "mantıksız" hareketlerin suç olduğu savunuluyor. Örneğin bir adamın karısının ölümüne ağlaması onu suçlu kılar. Suçlu görülen insanlardan birisinin konuşması şöyledir:
"Biz sizin artık göremediğiniz gerçeğin farkındayız! Gerçek şu ki insanın özü sevgi ve inanç, cesaret, duyarlılık, cömertlik ve fedakarlıktır. Gerisi ise kör cehaletinizin ilerlemesiyle oluşan engellerden ibaret!"
Bilim adamlarının birçoğunun sanatı hor görmesi (kısmen, her sanat faaliyetini değil) ve zaman kaybı sanmasına cevap olarak görüyorum bu yorumu. Eğer tamamiyle mantıksal şekilde hareket edersek o zaman hayatı özel kılan diğer duygulardan tamamiyle yoksun kalırız. Sanatın değeri de insanlığın geçmişindeki duygusal olayları farkında olmadığımız, hiç bilmediğimiz hikayelerle bize sunması. Bu yüzden tamamiyle mantıklı bir insan haline gelmek idealimiz olsa bile tamamiyle duygulardan arınmak bizi sıradan, monoton hayata sürükleyip hayattan hiçbir şekilde keyif almamıza ve sadece kendi mirasımızı oluşturarak tarihe geçen bir isim olarak kalmamıza yol açar. Açıkçası kariyerimi etkileyen duygusal seçimlerimi bir pişmanlık olarak gördüğüm için şu anki yazdığım yorum, aslında yaptığım seçimin kişisel mutluluğumu yükseltmek için yapıldığımı ve sadece başarısız olduğumu gösteren bir yol gösterici diyebilirim. Sanat neden önemlidir? İşte bu aydınlatmayı yaşattığı için değil mi?

Bir diğer önemli gördüğüm sahne ise Alpha 60 ile Lemmy arasındaki soru - cevap sahnesiydi:

"Galaktik uzaydan geçerkenki duygularınız neydi?"
Sonsuz uzay boşluğu beni dehşete düşürmüştü. (Sizi? Beni de düşürürdü)

"Ölülerin ayrıcalığı nedir sizce?"
Bir daha ölmemek. (Harika bir cevap.)

"Geceyi neyin aydınlattığını biliyor musunuz?"
Şiir sanatı. (Mantıksal bir cevap değil, Alpha 60 epey kızmıştır bu cevaba!)

"Dininiz nedir?"
Vicdanın ilham kaynağı olmasına inanırım. (Bu cevap beni benden götürdü direkt!)

"Bilginin ve sevginin gizemli ilkeleri arasında bir fark gözetir misiniz?"
Bana kalırsa sevgi veya aşk, her neyse, herhangi bir gizem barındırmaz.
"Doğruyu söylemiyorsun"

Buradaki soru - cevap kalitesinin inanılmaz üst düzeydeydi benim için. Her mantık içeren soruya hep duygusal bir cevap. Felsefe sohbetlerinin içinde geçse herhalde epey saatimizi alırdı bu kısım!

Zamanında "Yedinci Mühür" filmi hakkında herhangi bir yorum yazmadığım için kendime kızmıştım bu yüzden "Alphaville" için aynı hatayı yapmak istemedim. Yaklaşık 5-10 sene sonra bu yazıyı tekrar okuyup Alphaville'ı tekrar seyretmek dileğiyle!