13 Şubat 2017 Pazartesi

Alphaville

İki ayrı yarı olarak seyrettiğim Jean-Luc Godard'ın eseri Alphaville üzerine birkaç kelime yazmak istedim. Diğer birçok distopya eserinden farklı olarak bu distopyanın özünde her şeyin mantıktan oluşması, herkesin mantığa göre hareket etmesi ve duygularında yoksun olması var. Bu filmdeki ülkelerin (belki de galaksilerin? O konuda biraz kafam karışık) başkentleri bizlere epey tanıdık. Tokyo, New York gibi mega şehirleri içeriyor fakat asıl iki mekan olarak Alfakent ve Dışülke'nin ağırlığı olduğunu söyleyebiliriz. Alfakent bahsettiğim mantıksal ögelerin kurulduğu distopya iken Dışülke hakkındaki detaylar çok bilinmese de özgürlüğün ve günümüzdeki kavramların hala korunduğu bir yer.

Lemmy Caution, Dışülke'den Alfakent'e gelmiş gazeteci kimliğinde bir casus. Lemmy Caution'ın sayesinde bu distopyanın detaylarını öğreniyoruz. Lemmy Caution'ın iki görevi var: Henri Dickson'ı kurtarmak ve Prof. von Braun'u öldürmek. Bu görevleri yerine getirmeden önce kaldığı mekandaki kadınların görevi onu baştan çıkarmak. Bilim adamlarının arasında herhangi bir kadının olmayışı, bu distopyada kadınların sadece bu amaçla kullanıldığını gösteriyor. Burada kadınların yapısında duygusallığın daha ön planda olması sebep gösterilmiş olabilir. Alfakent'te duygusallığa hiçbir geçit verilmediğinden ve erkek - kadın ilişkisinin ayrılmaması gerektiği bilindiğinden kadınların var oluş amacı buna göre "programlanmış". Distopyanın kendilerine özel temaları vardır ve bazılarında kadınların rolü güçlüyken burada ise biraz daha zayıf gözükmekte. Fakat Natacha karakteri özelinde filmi sorgulatan konu kadınların üzerinedir. 

Filmle ilgili diğer detaylara girmeyeceğim. Bu filmde benim asıl ilgimi çeken konu, matematik veya fizikle ulaşan bilim adamlarının kurduğu bir distopyada aşkın ve vicdanın yeri. Bu açıdan ele aldığımda filme gerçekten hayran kaldım. Matematik, benim en büyük tutkumdur. Mesleğimi seçmemdeki en büyük etmendir ve belki de diğer yeteneklerim arasında en üst seviyeye koyduğum bir daldır. Bundan dolayı buradaki bilim adamlarından birisini kendim olarak gördüğümde film hiç sırıtmadı. Aşka dair tutumumda genel olarak aksi yönde olduğundan filmdeki kötü adam olarak bile görülebilirim. Peki matematik (ya da bilim diyelim, fizikçiler kızmasın sonra) ile aşk birbirine bu kadar zıt mıdır? Mantık ile duygunun çatışması! Herhangi bir seçim yaptığımızda beynimizin bize mantıklı olanı ama kalbimizin ise duygularımıza ses vermesini tercih etmesi. Ben açıkçası şu an bir bilim adamı değilsem tamamiyle duygusal olmamdan kaynaklanıyor. Eğer kadınlara dair hislerimi şu an üzerimden söküp atsaydım çalışkanlığımdan ötürü kendimi yetkin bilim adamlarının arasına bile koyabilirdim. Tabii bu farazi bir durum olduğu için ne kadar yeterli ve önemli birisi olurdum bu tartışılır.

Bazı zamanlar bunun hayalini kurduğum için buradaki distopyayı çok yakın buldum düşündüklerime. Aşk ve vicdanın olmadığı bir ülke nasıl olurdu? İnsanlık adına mükemmelliğe ulaşmaz mıydık? Diğer yandan büyük işlerin ardında büyük aşkların olduğu durumlarda mevcut. Eğer matematik aşkı çözümleyebilseydi o zaman nihai gizemin çözümüne ulaşır mıydık? Bu durumda bilimdeki bilinmeyenleri keşfetmek mi en büyük gizemdir yoksa aşkın kendisi mi? Bunun gibi milyonlarca soru oluşturuyor işte bu güzel film. 

Filmin bana göre en vurucu yanı havuz sahnesi. Bu sahneye göre bu distopyada "mantıksız" hareketlerin suç olduğu savunuluyor. Örneğin bir adamın karısının ölümüne ağlaması onu suçlu kılar. Suçlu görülen insanlardan birisinin konuşması şöyledir:
"Biz sizin artık göremediğiniz gerçeğin farkındayız! Gerçek şu ki insanın özü sevgi ve inanç, cesaret, duyarlılık, cömertlik ve fedakarlıktır. Gerisi ise kör cehaletinizin ilerlemesiyle oluşan engellerden ibaret!"
Bilim adamlarının birçoğunun sanatı hor görmesi (kısmen, her sanat faaliyetini değil) ve zaman kaybı sanmasına cevap olarak görüyorum bu yorumu. Eğer tamamiyle mantıksal şekilde hareket edersek o zaman hayatı özel kılan diğer duygulardan tamamiyle yoksun kalırız. Sanatın değeri de insanlığın geçmişindeki duygusal olayları farkında olmadığımız, hiç bilmediğimiz hikayelerle bize sunması. Bu yüzden tamamiyle mantıklı bir insan haline gelmek idealimiz olsa bile tamamiyle duygulardan arınmak bizi sıradan, monoton hayata sürükleyip hayattan hiçbir şekilde keyif almamıza ve sadece kendi mirasımızı oluşturarak tarihe geçen bir isim olarak kalmamıza yol açar. Açıkçası kariyerimi etkileyen duygusal seçimlerimi bir pişmanlık olarak gördüğüm için şu anki yazdığım yorum, aslında yaptığım seçimin kişisel mutluluğumu yükseltmek için yapıldığımı ve sadece başarısız olduğumu gösteren bir yol gösterici diyebilirim. Sanat neden önemlidir? İşte bu aydınlatmayı yaşattığı için değil mi?

Bir diğer önemli gördüğüm sahne ise Alpha 60 ile Lemmy arasındaki soru - cevap sahnesiydi:

"Galaktik uzaydan geçerkenki duygularınız neydi?"
Sonsuz uzay boşluğu beni dehşete düşürmüştü. (Sizi? Beni de düşürürdü)

"Ölülerin ayrıcalığı nedir sizce?"
Bir daha ölmemek. (Harika bir cevap.)

"Geceyi neyin aydınlattığını biliyor musunuz?"
Şiir sanatı. (Mantıksal bir cevap değil, Alpha 60 epey kızmıştır bu cevaba!)

"Dininiz nedir?"
Vicdanın ilham kaynağı olmasına inanırım. (Bu cevap beni benden götürdü direkt!)

"Bilginin ve sevginin gizemli ilkeleri arasında bir fark gözetir misiniz?"
Bana kalırsa sevgi veya aşk, her neyse, herhangi bir gizem barındırmaz.
"Doğruyu söylemiyorsun"

Buradaki soru - cevap kalitesinin inanılmaz üst düzeydeydi benim için. Her mantık içeren soruya hep duygusal bir cevap. Felsefe sohbetlerinin içinde geçse herhalde epey saatimizi alırdı bu kısım!

Zamanında "Yedinci Mühür" filmi hakkında herhangi bir yorum yazmadığım için kendime kızmıştım bu yüzden "Alphaville" için aynı hatayı yapmak istemedim. Yaklaşık 5-10 sene sonra bu yazıyı tekrar okuyup Alphaville'ı tekrar seyretmek dileğiyle!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder