15 Ocak 2018 Pazartesi

Martin Eden

Martin EdenMartin Eden by Jack London
My rating: 5 of 5 stars

Martin Eden kitabı 2 ay boyunca sindire sindire okuduğum, her okuyuşumda beni kendi dünyasının sınırları içerisine hapsetmiş, kitabın kapağını her kapattığımda kısa bir süre bile olsa Martin Eden'ı düşünmemi sağlayan çok özel bir kitap. Martin Eden karakterini okumak, hayat içerisinde bambaşka bir tat bırakıyor sizde. Son derece özgün... Tabii onun yaşadıklarına benzer şeyler yaşamış insanlar için bu özgünlük bambaşka bir boyut oluyor. Toplum içerisinde birkaç sınıf atladıktan sonra hiçbir şeyin hayal ettiğimiz gibi olmadığını hatta aksine eskiyi özlememize yol açtığını anlatıyor bir yandan. Diğer yandan aşkın ne kadar doğru olabileceğini sorgulatıyor, yükselmek için yapılan fedakarlıkların en sonunda neye değebileceğini vurguluyor, hayatın hem umut dolu yüzünü hem de hissiyatsız tarafını tarifsiz şekilde aktarıyor.

Martin Eden karakteri, okunması ve öğrenilmesi gerekilen bir karakter çünkü hayatın zorluklarından yukarılara tırmanan insanların yaşadığı o derin hissiyatı kendi nezdinde harikulade bir şekilde sunuyor. Martin Eden'ı istediğiniz yerde referans alabilirsiniz, onun hayata bakışını kullanarak sizi anlamayan insanlara kendinizi ifade edebilirsiniz, onun aşka olan tutkusunu sizin aşık olduğunuz insana yansıtabilirsiniz, onun fedakarlıklarını kendi fedakarlıklarınıza bağdaştırabilir, onun hissizliğini onunla beraber paylaşabilirsiniz. Martin Eden çok boyutlu bir karakter ve inanılmaz zengin. Bu sayede her insan onun bir parçasından tutup koparabilir gibi geliyor bana.

Bu kitabı okurken bazı seçimleri çok dokundu bana. Bazen onunla beraber oldum, onu destekledim, onun daha mutlu olmasını istedim, onun başarılı olabileceğine inandım; bazense onun karşısında oldum, onun felsefesine karşı çıktım, onun inatçılığını eleştirdim ve beni üzmesinden nefret ettim. Bazı cümleler çok etkiledi beni:
Hayatı boyunca sevgi açlığı çekmişti. Sevgiye hasretti. Varoluşunun temel talebiydi sevgi. Ama hiç sevgi görmemiş ve zaman içinde katılaşmıştı. Sevgiye ihtiyaç duyduğunu fark etmemişti bile. Şimdi de bilmiyordu. Sadece sevginin nasıl ifade edildiğini görmüş, yüreği hoplamış ve ne kadar güzeli yüce ve muhteşem bir şey olduğunu düşünmüştü.


Bazı cümleler yalnız olmadığımı hissettirdi:
Onlardanmışçasına sahte davranışlar içine giremezdi. Bu kisve başarılı olamayacağı gibi kendi doğasına aykırıydı. Sahte ve içtenliksiz davranışlara yer yoktu onda.


İnsanlarla tartışırken beni onlardan uzaklaştıran sebebi hatırlattı:
Şu güneşin altındaki hiçbir sebep sadece türdeşlerim çoğunluk olarak onu beğeniyor veya beğenmesi gerektiğine inanıyor diye o beğeniyi benim de taklit etmemi gerektirmez. Hoşlandığım ya da hoşlanmadığım şeylerde modayı takip edecek değilim.


Çaresizliğimi tattım, istediklerimin neden gerçekleşmediğini öğrendim, insanlara rağmen yapılan fedakarlıkların nasıl sonuç verdiğini hatırladım. O kadar çok şey öğrendim ki bu kitaptan ne anlatsam, ne aktarsam hepsi laf ebeliği olur çünkü Jack London size zaten anlatmış.

Kitabı okumadan önce bu kitabın benim için çok özel bir anlamı vardı. Kitap boyunca bu anlamın ne olduğunu bilmiyordum. Sadece bir sebep için okuduğumu biliyordum. Nitekim kitabın sonuna gelince bu sebebin ne olduğunu kavradım. O, Martin Eden'ın hissettiklerini bana aktarmaya çalışmıştı yıllardır... Ve bense bu kitabı şimdi okuyabildim. Nitekim onun aktarmaya çalıştığı bu sözleri aslında o zamanlar bilmiş olsam dahi Jack London'ın kaleminden bir kez daha görünce (öyle bir olgunlukla aktarmış ki!) daha da sersemledim. Ve üzüldüm. Çünkü hayata olan bakış açımdan öütürü hâlâ kabul etmiyorum bu sonu. Genel olarak ama herhangi bir kitap için konuşursak, bir kitap benim için ancak böylesi ölümsüz bir sonla bitebilirdi.

Evet, iki ay sürdü bu kitabı bitirmem ama iki ay boyunca acele etmeden tane tane tattığım bu kitabın keyfini tamamiyle yaşadım. Belki de bazı kitaplar zaman istiyordur, ne dersiniz?

View all my reviews

31 Mart 2017 Cuma

Fahrenheit 451

Fahrenheit 451Fahrenheit 451 by Ray Bradbury
My rating: 5 of 5 stars

Fahrenheit 451... Gerçekten okumaktan zevk aldığım nadir eserlerden birisi. Öncelikle bilimkurgu açısından müthiş bir kitap. Bilimkurgu ile distopya arasındaki sınırı bu görmek genel anlamda zor olsa da ideolojik açıdan günümüze çok uygun bir kitap olduğu için, dönemine göre ileriyi gören ve ileriye yönelik farklı fikirler sunan bir kitap olması açısından "Ray Bradbury bilimkurgunun kendisini yazmış" desem bu pek yanıltıcı olmaz. Oturma odalarının duvarlarının efektifliği, hızlı arabalar, yeni tedavi yöntemleri, mekanik tazı (!) gibi birçok farklı fikirler barındırır içerisinde. Hepsini severek irdeledim. Bir mühendis olarak tasarlamayı düşünmüyorum ama üzgünüm.

Kitap harika bir önsözle başlıyor. Ray Bradbury kitabı yazarken yaşadığı süreçleri anlatırken o kadar samimi ve sıcak bir dille bunlardan bahsetmiş ki "bu kitabı şimdiden sevdim sanki" hissiyatı oluştu. Birdenbire Ray Bradbury'e ve kitaba güvenmemi sağladı. Kendisinin tam bir kitap aşığı olması sayesinde kitaplarının değerini bize en güzel şekilde aktarıbilmesine hayran kalmamak elde değil. İtfaiyeci öyküsüyle sınırlı kalmış olsa belki de çok yetersiz gelecekti bu kitap, o yüzden öyküyü uzatmasına şükredebilirim galiba! Ayrıca bu kitabı risk alıp dergisinde sunan Hugh Hefner'a da ayrı bir cümle açmak olmaz (o derginin Playboy dergisi olması beni hala şok ediyor).

Şimdi soru şu. Günümüz itfaiyecilerinin görevi yangın söndürmek değil de yangın çıkarmak olsaydı ne olurdu? Herhalde sevdiğimiz bir insanın evini yaksaydı "amacın ne birader" deyip Muhammed Ali'nin boksörlüğünden daha iyi işler çıkarırdık? İtfaiyeciler yangını durduk yere çıkarıyor diye düşünülmesin, sadece evinizde bir kütüphane oluşturduysanız o zaman sıkıntılı zamanlar sizi bekliyor olacak. Bu kitabın başarılarından birisi nedir peki? İtfaiyecilerin neden kitapları yaktığının altındaki fikiri çok güzel sunması.

Bu site biz kitap okuyan insanları birleştiren harikulade bir site. Ben başkalarının okumadığım kitaplar hakkında sunduğu fikirleri okumaktan keyif alıyorum ama özellikle okuduğum kitaplar hakkındaki fikirler beni biraz daha sevindiriyor. Diğer açıdan bu sitede harikulade yapmaktan uzaklaştıran şey nedir? Sitede yüzlerce, belki binlerce kitap deviren insanla benim aramdaki fark. Hepimizin farklı farklı uğraşları var, bu yüzden hepimiz her kitabı eşit sürede okuyamıyoruz ya da kimimiz kitapları diğerinden daha çok seviyor. Peki kişinin daha çok kitap okuması birini diğerinden daha üstün mü kılar? Kitaptaki Beatty karakterinin söyledikleri bu sorduğum sorular üzerine öyle güzel cevaplar vermiş ki üstüne bir şey söylemek düşmez. Buyrun kitabı alın okuyun!

Yine de bu cümlelerin ardındaki fikri söylemek gerekirse insanların hayattaki temel gayesinin mutluluk olduğu göz önüne alındığında, günümüz şartlarının sağladığı düzene bakacak olursak bu mutluluğun kişinin önemiyle alakalı olduğu görülmekte. Justin Bieber şarkılarını söylediği ve herkesçe önemsendiği müddetçe mutlu, aynı şekilde arkadaşım Ç. de evlendiği ve evlendiği kişi tarafından önemli olarak görüldüğü için mutlu. Sitedeki 500 kitabı okuyan ve okuduklarına göre değerlendirmede bulunan insanın etrafında değerlendirmesini beğenen insanlar olduğu için mutlu. Tabii mutluluk kavramnının derinliğine inersek Ankara'da bir kafe bulup tartışmak gerekiyor. Fakat konu mutluluk değil. Mutlu insanların şartlarına ulaşamayıp etrafı tarafından önemsenmeyen insanın mutsuzluğu buradaki asıl konu. Çok okuyan bir insanın kitaplarını yakarsanız o kişinin okuyamayan kişiye ahkam kesme olasılığı azalır. Bu da okuyamayan kişinin mutlu olma olasılığını arttırır. Bununla ilgili bir alıntı yapmak gerekirse eğer:

Hiç de, anayasanın dediği gibi, herkes eşit ve özgür doğmamıştır, herkes eşit yapılır.


Bu fikrin savunucusu gibi mi gözüktüm bilmiyorum ama ne kadar yaklaşımın amacının tutarlılığını dikkat çekmek istedim. Beatty'nin söylediklerini okurken "itfaiyeciler, sizi canavar yaratıklar" düşüncesi biraz daha indi nezdimde. Yine de kitapları yakmaktan fazlasını yapmaları onları kurtarmıyor.

Kitapta beni etkileyen fikirlerden birisi buyken diğeri de teknolojinin etkisinin bizi kitap okumaktan uzaklaştırması. Bununla ilgili yazılan kitaplar, makaleler, dergiler zaten uç boyutta. Fakat birkaç alıntıyla farklı bir noktaya değinmek istiyorum.

Çoğunlukla, arabaların, elbiselerin, ve yüzme havuzlarının isimlerini sayıyorlar ve ne kadar harika olduklarını söylüyorlar. Hiç kimse diğerlerinden farklı bir şey söylemiyor.


Açıkçası bu durumu sürekli ve sürekli yaşadığım için şu an kendimce entelektüel bir hayat yaşıyorum. O da insanı şu duruma sürüklüyor.

Hiç arkadaşım yok. Bunun da benim anormal olduğumu kanıtladığı varsayılıyor.


Teşekkürler Clarisse.

Okuduğumuz kitaplara harika diyoruz ama neden harika? O dizi neden müthiş? O sahne neden etkileyici? O elbise neden çok güzel gösteriyor? "Neden, niçin, nasıl"ları çöpe attığımız, sadece "harikaydı, müthişti, süperdi" diye kesip attığımız bir hayatı yaşıyoruz sürekli. Belki "müthişti"nin yanına bir sebep de ekliyoruz fakat karşıdaki "bence rezaletti" diyince onunla arkadaşlığımızı bile kesebiliyoruz. Sonuç olarak hayatımızda kitaplardan çok teknoloji varsa bireysellik biraz daha ön plana çıkarıyor ve bu da ister istemez egomuzu yükseklere çıkarıyor. Oysaki gerçekten kitapları severek okuyan ve severek o kitapları tartışabilen insanlarının verdiği o sıcaklık paha biçilmez değil midir sizce de?

Kitapların değerini tarihte yaşanılan gerçekleri suratmıza vurmasından tutun, bize benzeyen karakterleri orada bulmamız, yaşamak istediğimiz çevreyi orada yaşamamız, görmek istediğimiz yerleri onlar aracılığıyla görmemize kadar her şeyiyle bize anlatan ve hissettiren bir karakter yani Montag'ı miras etmiştir insanlara Ray Bradbury. Kitabın benim için neden harika bir kitap olduğunu açıklayabilmenin sadece küçük bir parçası oldu bu yazı. Umarım harcadığınız zamana bir faydası dokunmuştur!

Unutmadan kitabın son sözü Neil Gainman'dan ve inanılmaz bir son söz. İnanılmaz.

View all my reviews

18 Şubat 2017 Cumartesi

Dava

DavaDava by Franz Kafka
My rating: 4 of 5 stars

Dava kitabını okumak hayatımın en yorucu süreci oldu. Bu cümle ne kadar olumsuz gözüküyor değil mi? Aksine hayatımızda bizi yoran süreçlerin karakterlerimizi ne kadar geliştirdiğini unutmaktayız hep. Dava'yı bundan 3 yıl öncesinde okuyamazdım, sıkılırdım. Bundan 4 ay sonrasında da okuyamayabilirdim çünkü hayatın daha yoğun bir sürecine girmek üzereyim. Dava'yı şimdi okuyup bitirebilmiş olmak kendi nezdimde kitap okumayı sevdiğimi gösteriyor, bu duygunun tıpatıp aynısını Tutunamayanlar kitabında yaşamıştım. O kitapta beni inanılmaz yormuştu fakat bitirdiğim zaman o kitapla beraber düşüncelerimin şekillenmesi, biçimlenmesi ve kişiliğimin farklılaşmasını adeta hissettim. Bazı özel kitapları okumanın sizi olduğunuzdan daha da farklılaştırdığını düşünüyorum. Bazıları bu farklılığı diğerlerinden üstünlük olarak algılasa da aslında bu durumun kendisini kendinden daha üstün kıldığını görmemekte. Bu kitabı okumadan önceki ben ile şimdiki ben aynıyız ama ikisi arasındaki fark nedir diye soracak olursanız cevabına "derinlik" derim.

Dava kitabının kişiliğe etkisinden bahsettikten sonra kendisinden bahsedelim. Sabah kalktınız, iyice gerindiniz, daha sonra kalkıp yüzünüzü güzelce yıkadınız ve kendinize geldikten sonra da “güzel bir kahvaltı hazırlama zamanı” diye düşündünüz. Mutfağa girdiğinizde ise karşınızda iki beyefendi oturmakta (nasıl girdikleri hayal gücünüze kalsın). Sabahleyin evinizde tanımadığınız bu insana adapte olmaya çalışırken size “Sayın/Sevgili …, mahkeme kararının verdiği yetkiye göre tutuklusunuz. Tutuklanmanızın sebebini bilmiyoruz ama sizi götürmemiz gerekiyor” dediğinde neler düşünürdünüz? Hayatınız nasıl şekillenirdi? Dava bu hikayenin üstüne kurularak gelişen bir polisiye romanı değil. Dava bu temelin üzerinde kurulan düşünceler katmanı. Karşınızda devasa bir beyin var, beyin bu temel üzerine düşünüyor ve düşünme esnasında içinde geçen kıvılcımları Kafka söküp size sunuyor. (Ne yazıyorum acaba ben, bunu lütfen yorumlarınızda belirtiniz. Sanırım Nietzsche’nin üstinsan modunda dolaşıyorum!)

Bu sitedeki kullanıcılardan birisiyle yaptığım tartışmalardan birisinde “herkesin kendisine göre doğrusu olduğu” cümlesiyle karşılaşmıştım. Dava kitabı öyle bir kitap ki bu cümle onun üzerine kurulmuş gibi duruyor. Siz bu kitabı elinize alıp okusanız benim düşüncelerimden tamamiyle farklı düşüncelere sahip olacaksınız. Velakin benim şu an yazdıklarım kendime göre “doğru” olanlar değildir, kendime göre kitaptan çıkardıklarımdır. Eğer bir doğruya ulaşacaksak bu ancak kitabın üzerine yapılabilecek beyin fırtınasıyla olur. Bu beyin fırtınasınında 6-7 kişiyle yapılması sadece kısmi doğruya ulaştırır bizi. O yüzden doğruyu bulmak yerine kitaptaki fikirleri hayatımıza entegre edecek yöntemlerle kendimizi geliştirmek daha doğru bir yaklaşım olur diye düşünüyorum. Peki bu paragrafı yazmanın sebebi ne? Çünkü sonraki yazacaklarım tamamiyle benim kitaptan çıkardığım düşünceler. Bunlar hiçbir şekilde doğru olmak zorunda değil, hatta yanlış çıkarsa beni sevindirmiş olursunuz! Kesinlikle boş olduklarını düşünmüyorum ama. Şimdi onları paylaşayım.

Dava kitabının kendisi bana göre büyük bir metafor. Joseph K.’nın kendi davası üzerine yaşadığı süreci görüyoruz ama asıl göstermek istediği bana göre kendi davamız. Örneğin benim davalarımdan birisi üniversiteyi bitirmekti. Üniversiteye girmeden önce üniversitede okumanın mesleğimizin yapıtaşı olacağını öğreniyoruz. Halbuki Bill Gates, Steve Jobs gibi örneklere bakarsak üniversitede okumaksızın o meslekte kendimizi gayet geliştirebiliriz. Uç örnekler gibi gözükebilir ama asıl anlatmak istediğim sabah kahvaltıda ansızın ailenizin size “üniversitede okumalısın” gibi bir durum bu. Kitapta Joseph K. davasına suçsuz olduğu için kayıtsız kalıyor, ben de ilk başta üniversitemde okurken kayıtsızdım. Mesleğimin temellerini öğreniyorum zaten sadece sınavlarımı versem yeterli diyordum.

Hayatınıza daha sonra biri girer ve böyle giderseniz mesleğinizde son derece vasat olacağınızı iddia eder. Böylece siz ekstra çalışırsınız ama ekstra çalışmanızdan ötürü sınavlarınıza odaklanamamaya başlar ve bu yüzden derslerden kalmanız kaçınılmaz olur. O kişinin asıl amacı size iyi bir nasihatte bulunmakken sizi daha karanlık bir tünele sürükler.

Karanlık bir tünelin içindeyken hayatınızdaki bu zorlukları kendinizin aşamayacağını düşünürsünüz ve elinizden birisinin tutmasını istersiniz. Bu sayede zorlukların üstesinden rahatlıkla gelebileceğinizi düşünürsünüz. O kişiyi bulursunuz ve onun elini sıkı sıkı tutar, sadece kendi zorluklarınızın değil onun da kendi zorluklarının üstesinden gelmesine yardım etmek istersiniz. Fakat ya o güvendiğiniz kişi sizin ilerlemenize yardımcı olmuyorsa? Önceleri rahat halledebileceğiniz bir iş, o kişi yüzünden daha zor hale geliyorsa? Karanlıktan kurtulmak isterken daha da karanlığa batmak durumunda kalmaz mısınız?

Bunlar kitaptaki metaforlardan esintilerin bir kısmıydı benim için. Özellikle kitabın sonlarındaki bir bölümde metafor içinde metafor oluyor desem yanılmam. İki karakterin bir öykü üzerinde yaptığı yorumlar, benim şu an bu kitap üzerinde yaptığım yorumlara tıpatıp benziyor. Bu durumu yaşamak bana Kafka’nın ne kadar özel bir yazar olduğunun ispatının ta kendisi oldu.

Kitap ile ilgili bir düşük not vermemin tek sebebi, bütün bu düşünceleri sunmama rağmen kitap için yeterince olgun olduğumu düşünmemem çünkü kitaptaki bazı anlarda gerçekten boğuldum. İleride hem kitabı hem de kendi yazımı okuduğum zaman büyük keyif alacağımı düşünüyorum.

Ne yazık ki bu incelemeyi kısa kesmek durumunda kaldım çünkü fikirlerimin hepsini açsam ortaya başka bir kitap çıkabilirdi sanırım. Bu hali bile yeterince uzun oldu. Umarım kitabı okuduğunuzda ve daha sonra bu incelemeye göz attığınızda yazdığım bu cümleler size ekstra bir bakış açısı katmış olur. Ayrıca umarım bu kitap üzerine beyin fırtınası yapabildiğimiz bir ortamda oluşur. Kısaca Dava’nın bana etkisi böyle oldu işte. Acaba size etkisi nasıl olacak?

View all my reviews

13 Şubat 2017 Pazartesi

Alphaville

İki ayrı yarı olarak seyrettiğim Jean-Luc Godard'ın eseri Alphaville üzerine birkaç kelime yazmak istedim. Diğer birçok distopya eserinden farklı olarak bu distopyanın özünde her şeyin mantıktan oluşması, herkesin mantığa göre hareket etmesi ve duygularında yoksun olması var. Bu filmdeki ülkelerin (belki de galaksilerin? O konuda biraz kafam karışık) başkentleri bizlere epey tanıdık. Tokyo, New York gibi mega şehirleri içeriyor fakat asıl iki mekan olarak Alfakent ve Dışülke'nin ağırlığı olduğunu söyleyebiliriz. Alfakent bahsettiğim mantıksal ögelerin kurulduğu distopya iken Dışülke hakkındaki detaylar çok bilinmese de özgürlüğün ve günümüzdeki kavramların hala korunduğu bir yer.

Lemmy Caution, Dışülke'den Alfakent'e gelmiş gazeteci kimliğinde bir casus. Lemmy Caution'ın sayesinde bu distopyanın detaylarını öğreniyoruz. Lemmy Caution'ın iki görevi var: Henri Dickson'ı kurtarmak ve Prof. von Braun'u öldürmek. Bu görevleri yerine getirmeden önce kaldığı mekandaki kadınların görevi onu baştan çıkarmak. Bilim adamlarının arasında herhangi bir kadının olmayışı, bu distopyada kadınların sadece bu amaçla kullanıldığını gösteriyor. Burada kadınların yapısında duygusallığın daha ön planda olması sebep gösterilmiş olabilir. Alfakent'te duygusallığa hiçbir geçit verilmediğinden ve erkek - kadın ilişkisinin ayrılmaması gerektiği bilindiğinden kadınların var oluş amacı buna göre "programlanmış". Distopyanın kendilerine özel temaları vardır ve bazılarında kadınların rolü güçlüyken burada ise biraz daha zayıf gözükmekte. Fakat Natacha karakteri özelinde filmi sorgulatan konu kadınların üzerinedir. 

Filmle ilgili diğer detaylara girmeyeceğim. Bu filmde benim asıl ilgimi çeken konu, matematik veya fizikle ulaşan bilim adamlarının kurduğu bir distopyada aşkın ve vicdanın yeri. Bu açıdan ele aldığımda filme gerçekten hayran kaldım. Matematik, benim en büyük tutkumdur. Mesleğimi seçmemdeki en büyük etmendir ve belki de diğer yeteneklerim arasında en üst seviyeye koyduğum bir daldır. Bundan dolayı buradaki bilim adamlarından birisini kendim olarak gördüğümde film hiç sırıtmadı. Aşka dair tutumumda genel olarak aksi yönde olduğundan filmdeki kötü adam olarak bile görülebilirim. Peki matematik (ya da bilim diyelim, fizikçiler kızmasın sonra) ile aşk birbirine bu kadar zıt mıdır? Mantık ile duygunun çatışması! Herhangi bir seçim yaptığımızda beynimizin bize mantıklı olanı ama kalbimizin ise duygularımıza ses vermesini tercih etmesi. Ben açıkçası şu an bir bilim adamı değilsem tamamiyle duygusal olmamdan kaynaklanıyor. Eğer kadınlara dair hislerimi şu an üzerimden söküp atsaydım çalışkanlığımdan ötürü kendimi yetkin bilim adamlarının arasına bile koyabilirdim. Tabii bu farazi bir durum olduğu için ne kadar yeterli ve önemli birisi olurdum bu tartışılır.

Bazı zamanlar bunun hayalini kurduğum için buradaki distopyayı çok yakın buldum düşündüklerime. Aşk ve vicdanın olmadığı bir ülke nasıl olurdu? İnsanlık adına mükemmelliğe ulaşmaz mıydık? Diğer yandan büyük işlerin ardında büyük aşkların olduğu durumlarda mevcut. Eğer matematik aşkı çözümleyebilseydi o zaman nihai gizemin çözümüne ulaşır mıydık? Bu durumda bilimdeki bilinmeyenleri keşfetmek mi en büyük gizemdir yoksa aşkın kendisi mi? Bunun gibi milyonlarca soru oluşturuyor işte bu güzel film. 

Filmin bana göre en vurucu yanı havuz sahnesi. Bu sahneye göre bu distopyada "mantıksız" hareketlerin suç olduğu savunuluyor. Örneğin bir adamın karısının ölümüne ağlaması onu suçlu kılar. Suçlu görülen insanlardan birisinin konuşması şöyledir:
"Biz sizin artık göremediğiniz gerçeğin farkındayız! Gerçek şu ki insanın özü sevgi ve inanç, cesaret, duyarlılık, cömertlik ve fedakarlıktır. Gerisi ise kör cehaletinizin ilerlemesiyle oluşan engellerden ibaret!"
Bilim adamlarının birçoğunun sanatı hor görmesi (kısmen, her sanat faaliyetini değil) ve zaman kaybı sanmasına cevap olarak görüyorum bu yorumu. Eğer tamamiyle mantıksal şekilde hareket edersek o zaman hayatı özel kılan diğer duygulardan tamamiyle yoksun kalırız. Sanatın değeri de insanlığın geçmişindeki duygusal olayları farkında olmadığımız, hiç bilmediğimiz hikayelerle bize sunması. Bu yüzden tamamiyle mantıklı bir insan haline gelmek idealimiz olsa bile tamamiyle duygulardan arınmak bizi sıradan, monoton hayata sürükleyip hayattan hiçbir şekilde keyif almamıza ve sadece kendi mirasımızı oluşturarak tarihe geçen bir isim olarak kalmamıza yol açar. Açıkçası kariyerimi etkileyen duygusal seçimlerimi bir pişmanlık olarak gördüğüm için şu anki yazdığım yorum, aslında yaptığım seçimin kişisel mutluluğumu yükseltmek için yapıldığımı ve sadece başarısız olduğumu gösteren bir yol gösterici diyebilirim. Sanat neden önemlidir? İşte bu aydınlatmayı yaşattığı için değil mi?

Bir diğer önemli gördüğüm sahne ise Alpha 60 ile Lemmy arasındaki soru - cevap sahnesiydi:

"Galaktik uzaydan geçerkenki duygularınız neydi?"
Sonsuz uzay boşluğu beni dehşete düşürmüştü. (Sizi? Beni de düşürürdü)

"Ölülerin ayrıcalığı nedir sizce?"
Bir daha ölmemek. (Harika bir cevap.)

"Geceyi neyin aydınlattığını biliyor musunuz?"
Şiir sanatı. (Mantıksal bir cevap değil, Alpha 60 epey kızmıştır bu cevaba!)

"Dininiz nedir?"
Vicdanın ilham kaynağı olmasına inanırım. (Bu cevap beni benden götürdü direkt!)

"Bilginin ve sevginin gizemli ilkeleri arasında bir fark gözetir misiniz?"
Bana kalırsa sevgi veya aşk, her neyse, herhangi bir gizem barındırmaz.
"Doğruyu söylemiyorsun"

Buradaki soru - cevap kalitesinin inanılmaz üst düzeydeydi benim için. Her mantık içeren soruya hep duygusal bir cevap. Felsefe sohbetlerinin içinde geçse herhalde epey saatimizi alırdı bu kısım!

Zamanında "Yedinci Mühür" filmi hakkında herhangi bir yorum yazmadığım için kendime kızmıştım bu yüzden "Alphaville" için aynı hatayı yapmak istemedim. Yaklaşık 5-10 sene sonra bu yazıyı tekrar okuyup Alphaville'ı tekrar seyretmek dileğiyle!

21 Ocak 2017 Cumartesi

1984

19841984 by George Orwell
My rating: 5 of 5 stars

Ütopya dünyasına girişim Cesur Yeni Dünya kitabı ile başlamıştı. Normalde fantazi edebiyatını sevdiğim için, dünyamızın değişik varyasyonlarla anlatılması(içinde büyücülerin, vampirlerin, süper kahramanların olduğu) beni şu anki yaşadığım ve ayrıca sevmediğim gerçeklikten uzaklara götürerek zihnimi rahatlatır. Bilimkurgu dünyasında farklı gezegenler ve farklı türlere olan dair fikirlere bakış atmak ve onları sorgulamayı da ayrı severim. Ütopya, Slavoj Žižek'in yorumuyla şöyledir:

Gerçek ütopya, durum çözümsüz olduğunda, yani olası olanın koordinatları dahilinde bir çözüme gitme yolu olmadığında, salt hayatta kalma dürtüsüyle yeni bir alan icat etmek zorunda olmakla ortaya çıkar. Ütopya özgür hayal gücünün bir ürünü değildir, ütopya içten gelen bir zorunluluk meselesidir, tek çıkış yolu o olduğu için hayal etmek zorunda kalırsınız.


Ütopya hakkında çok farklı yaklaşımlarda bulunmakta elbette ama benim nezdimde ütopyayı benim için değerli kılan en önemli özellik, bu yaratılan dünyalardan sonra şu an yaşadığımız dünyanın ne kadar değerli olabileceği. Kişisel, toplumsal veya başka herhangi bir alanda sorunlarımız bizi ele geçirirken hayata karşı isyan ederiz. Hayatın yaşamaya değer olmadığını düşünürüz. Bu çileleri neden çektiğimizi kendimize sorarız. Fakat bir ütopya kitabı elimize aldığımızda (tabii kaliteli eserlerden bahsediyorum) aslında hayatın hala kontrol edebileceğimiz güzel yanlarının olduğunu görürürz.

1984 bize özgürlüğün, kişisel hayatın gizliliğinin, aşkın, toplumsal olayları sorgulamanın ve bunun gibi birçok insanı insan kılabilecek özelliklerin ne kadar değerli olduğunu gösteriyor. Hayatımızı sürekli bir kamera tarafından gözlendiğinin, sürekli bir ses aygıyı cihazı tarafından dinlendiğinin, nereye gittiğimiz ve orada neler yaptığımızın her şekliyle kaydedildiğinin düşünün (Mmm açıkçası günlük hayatımıza bakarsak telefonumuz, laptopumuz, tabletimiz acaba bunları onlar için gerçekleştiriyorlar mı? Tele ekran koşullarını ismiyle bile sağlıyorlar sanki.). Aşkın yasaklandığı ve tamamiyle Parti'ye bağlı kaldığınız bir dünya. Her şeyden öte düşünmeniz bile yasak. Ne kadar boğucu bir yaşam olurdu değil mi? İşte o hayat, yaşamaya değilmez bir hayat olurdu. İşte o hayat, bizim insanların içinde ne kadar değersiz olduğumuzu ispatlardı. İşte o hayat, ailenin bir önemi olmadığını, aşkın sonunda acı çekeceğimiz bir saçmalık olduğunu, insanların düşüncelerini eleştirmenin neden bir anlam ifade etmediğini bize gösterirdi. Bence bütün bu saydığım sebeplerden ötürü, hayatımız ne kadar kötüye giderse gitsin yaşamın aslında o kadar çirkin, kötü, gaddar olmadığını görebilirsiniz. Hala kontrol edebileceğimiz onca şey varken kendi distopyanızı oluşturarak hayattan pes etmek, size haksızlık olur.

Winston'ın hikayesini okumayanlara "spoiler" olmayacak gerçi ama kitap hakkında hissettiklerimi alıntılarla paylaşacağım. O yüzden dikkat, dikkat!

Nerede kalmıştık? Evet. 1984'ün anlattığı ütopya sadece bu açıdan değerli değil, ilk olarak hayatın içinden görüp aklımın almadığı bir insan profilini tasvir etmiş:

Konuşan adamın beyni değil, gırtlağı idi. Ağzından dökülenler sözcüklerdi, ama bu gerçak anlamda bir konuşma değildi; bir ördeğin vaklaması gibi bilinçsiz olarak çıkarılan sesler yığınıydı.


Gazeteciler, yurttaşlar...

Her yurttaşın, özellikle de gazetecilerin görevi, bu tür cümle ve sözcükleri yakalayıp bunlara karşı savaşmaktır.


Ölümleri sorgulamayan, doğanın mahvedilmesine seyirci kalan, hukuksuzluğa karşı susan bizler...

İnsan hepsinin saçma olduğunu bildikten sonra, ne diye kafasını yorsun bu gibi şeylere?


Ve liderlerini kabul edip onu sorgulamayan insanlar...

Gerçeğe en karşıt şeyleri bile kabullenebiliyorlardı. Her şeyi yutuyorlar ve bu yuttukları onlara zarar vermiyordu. Çünkü içlerinde bir iz bırakmıyordu. Tıpkı bir mısır tanesinin kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi.


1984, insanların ince gerçeklerinden inciler kopartıp "gerçek olması imkansız" bir dünyayı gerçekçi hale getirmiş diyebiliriz sanki?

1984 ayrıca müthiş bir sistem eleştirisi getirmiş. Özgürlük, eşitlik gibi kavramların her daim hiyerarşi altında ezileceğini; iktidara geçen kim olursa olsun bu kavramlara uyamayacağını savunmuş. Düşününce açıkçası her toplumun ister istemez bu hiyerarşi düzenine uyduğunu görebiliyoruz. Aradaki fark ise bazı toplumların daha esnek olması. Sistem demişken, şu alıntıyı da paylaşmadan geçemeyeceğim:

Barış Bakanlığı savaşla, Doğruluk Bakanlığı yalanla, Sevgi Bakanlığı işkence ve zulümle, Bolluk Bakanlığı herkesi aç bırakmakla uğraşır.


1984... Anlattığı daha birçok şey var ama benim için kilit olanlar bunlardı açıkçası. Muazzam bir roman. Muazzam bir ütopya. Tüyler ürperten sona ama bitirdiğinde kendisini hayran bıraktıran bir anlatıma sahip. Yine de biraz ağır ve kasvetli. Buraya kadar yazdıklarımı okuyup kitabı hala okumadınız, hala ne bekliyorsunuz?




View all my reviews

8 Ocak 2017 Pazar

The Sandman, Cilt 1: Prelüdler & NoktürnlerThe Sandman, Cilt 1: Prelüdler & Noktürnler by Neil Gaiman
My rating: 5 of 5 stars

Doğduğumuz zamandan öldüğümüz zamana kadar yaşadığımız süreçte her gün farklı kavrama sahip oluruz. Doğduğumuzda "hayat" kavramına yakınızdır çünkü dünyaya katılan yeni bir yüz olarak var olmamızı şekillendiren ilk öge "hayat"tır. Daha sonra "yaşam" kavramına yakınlaşırız, hayatı nasıl yaşayacağımızı belli bir evre gelir. Sonra bu kavramlar giderek çeşitli dallara ayrılır. Duygular "mutluluk","hüzün","öfke","kıskançlık" kavramlarına ayrılırken; düşünceler "Aile","Arkadaş","Çevre(Dışarısı)","Eşya" gibi farklı kavramlarla özdeşleşir. Belli bir dönem "Sevgi" veya "Aşk"a; belli bir dönem "İş"e, belli bir dönem "Huzur"a ve nihayetinde "Ölüm"e daha yakın hale geliriz. Bu kavramlar karmaşasında sanırım hepimizi en ortak kılan husus (belki yanılıyorumdur) "Rüya" kavramıdır. Sandman'in hikayesinin özünde de bu yatar.

Bu alemin içinde sekiz öykü bulunmakta ve hepsinin bende yaşattığı hisleri paylaşacağım.

Deliksiz Bir Uyku: Hikayeye başlarken elbette içinizde bir beklenti olduğu için hikayenin sizi ilk başta sarması gerekiyor. Buradaki öyküyü farklı kılan zamanın işleyişiydi benim için. Karakterlerin zaman içerisindeki düşünceleri ve insanoğlunun yapısına dair ince fikirler, son derece karmaşık fakat anlaşılır bir atmosfer içerisinde aktarılmış. Okurken genel olarak hissettiğim huzursuzluk oldu fakat bu huzursuzluğun sonraki hikayelerin temeli olması çok önemli oldu benim için.

Kusurlu Ev Sahipleri: Öykü ilerlerken karakteri daha iyi tanıma ve gelişme süreci açısından kilit bir öykü bu kısım. Özellikle Morpheus'a en çok bağlandığınız ve onunla birlikte yol almaya hazır olduğunuz öykü. Ayrıca yaşadığı evrende çok iyi yansıtılmış. Burada yaşanılan çevreyi tanıma ve anlama açısından en çok merak hissiyatı oluşturdu ben de.

Düşünde Biraz Beni Düşle: DC'den sevdiğim ama çok tanımadığım bir karakterin dahil olduğu bu öykü genel olarak eğlenceli geçiyor. Sonlarına doğru ise unutamayacağım bir tasarıma sahip. "Uyuşturucu gibi çektiğim çizimler" en çok burada hissettirdi kendisini, adeta büyülendim.

Cehennemde Bir Umut: Herhalde bu öykü favorim çünkü en çok alıntı aldığım yer burasıydı. Benim için en değerli cümlelerden birisini paylaşıyorum:

Hep tek başıma oldum, ama burada, düşün geceye dönük kıyılarında, yalnızlık dalga dalga kaplıyor içimi, ruhumu lime lime ediyor.


Elbette yalnızlığın diplerinde yaşayan birisi olarak bu cümle romanın içine daha çok girmemi sağladı. Çok önemli iki sahne daha var: birisi "Umut", diğeri de "Cennet hayali". Bu iki sahne öylesine epikti ki benim için anlatılmaz yaşanır tabirine epey uygundur sanırım.

Yolcular: İki farklı hikayenin anlatıldığı bu öykü, şu ana kadar en nefret ettiğim kötü karakterlerden birisinin tanıtımını ve Sandman'in DC'ye dokunuşunu içermekte. Bu öykü genel olarak "fantastik" şekilde ilerleyen bir anlatıma sahip. Sonu şok edici ve sonraki hikayeye harika bir altyapı hazırlıyor. Bir karaktere çok üzüldüm. Üzdü yani. Neden... Neyse.

24 Saat: Bu öykü, bu çizgi romanı bir üst seviyeye taşıyor kesinlikle. Başka bir şey söylersem tadı kaçar. Sadece "bitsin artık bitsin" diyerek okuduğum bir kısımdı burası ve bitirdiğime sevindim.

Ses ve Öfke: 24 Saat'de yaşadıklarımı en güzel şekilde yatıştıran ve hikayeyi toparlayan öykü oldu. Çok şey yaşadıktan sonra artık huzur isterseniz ya. O huzuru veriyor açıkçası.

Kanatlarının Sesi: İçinde harika bir şiire sahip olan, sayesinde Mary Poppins'i de seyrettirecek olan ilginç bir abla-kardeş hikayesi. Muhteşem son mu? Bazıları katılmayabilir. İz bıraktı mı? Kesinlikle. Kanatlarının sesini acaba biz duyabilecek miyiz?

Sonuç olarak çok farklı bir atmosfere sahip, sizi farklı farklı duygulara sevk eden ve nihayetinde konsepti sorgulatan bir çalışma olmuş. Beklenti, gerçekten çok zarar veren bir his ve çok nadir eser tatmin ettirir. Açıkçası bu eser tatmin olmamı sağladı çünkü çok çok farklı bir şey sundu bana. O yüzden tavsiye ederim.

(Bu arada bu çizgi romanı okuyanlar için minik tavsiye: Shinigami no Seido. Muhakkak bakın derim.)


View all my reviews

24 Aralık 2016 Cumartesi

Kutsal Dedektiflik Bürosu (Dirk Gently #1)Kutsal Dedektiflik Bürosu by Douglas Adams
My rating: 4 of 5 stars

Bilimkurgu ve fantastik ögeleri birbirine bağlayıp bunu keyifli bir şekilde anlatmayı başaran bir kitap, Kutsal Dedektiflik Bürosu. Kitap boyunca gerçekten yer yer çok eğlendim, yer yer ilginç bulduğum noktalar oldu ve her şeyden öte hayalgücüm çok farklı seviyelere ulaştı. Eh, bunu söyleyerek kitabı "kutsal" hale getirmiş olmak biraz abartı olur. Kutsal Dedektiflik Bürosu elinize alıp kafa dağıtmak için harika bir kitap. Eğer derinliğine inerseniz hayal kırıklığına uğramanız olası, eğer yüzeysel bakarsanız kitaptan keyif almamanız hayli olası, o yüzden geriye kalan tek seçenek anlatılanları hiç sorgulamadan onunla beraber serüvenden serüvene uçmanız. Daha sonra o serüvenler birleşip mantıklı hale geldiğinde sizi tatmin eden bir sonuca ulaşabiliyorsunuz.

Kitapla ilgili övgüde bulunacağım ilk konu karakterler. Gerçekten her bir karakteri ilgiyle okuduğumu söyleyebilirim. Bazı karakterler bunların arasından sivrilip çok daha eğlenceli hale geliyor. Açıkçası yer yer anime seyrediyormuşum hissine kapıldığımı bile söyleyebilirim. Diğer karakterlerin hikayeleri ise hiç aşina olmadığımız bir konuyu işliyor. Özellikle o karakterlerin yaşadığı hissiyatı okurken gerçekdışı bir durum gerçekten oluyormuş hissine kapıldım. Ayrıca bu iki farklı kategorideki karakterlerin birbiriyle etkileşimi o kadar ustalıkla işlenmiş ki hiçbirisi sırıtmıyor, kitapta ilerledikçe karakterlerin hikayeye katkısı çok daha mantıklı hale geliyor.

Kitabın bir diğer güzel yanı ise bilimsel açıdan güzel noktalara değinmesi. Gerek kuantum alanına dair düşünceler olsun, gerek zamanın kendisine olan atıflar olsun, gerekse farklı dünyalarda yaratılan farklı işlevlere sahip cihazlar olsun; bu detayları okuyup irdelemek bu kitabı değerli kılan özelliklerden birisi oldu benim için. Mesleki uğraşlar açısından çok güzel bir yaklaşım açısı bulduğum bir alıntı paylaşıyım:

"Eğer bir şeyi gerçekten anlamak isterseniz, bunun en iyi yolu onu başka birine anlatmaya çalışmaktır. Bu şekilde insan olayı kendi zihninde düzene koymaya mecbur kalıyor. Öğrenciniz ne kadar yavaş ve aptalsa, siz de açıklamayı o kadar daha basit bir şekilde yapmak zorundasınız. Ve bilgisayar programları yazmak aslında budur. Karmaşık bir fikri, aptal bir makinen bile anlayabileceği küçük adımlar şeklinde düzenledikten sonra, o şey hakkında kendiniz de gerçekten bir şeyler öğreniyorsunuz."

Kitabın sorunlarına gelecek olursak eğer, bunların en başında çeviri geliyor. Normalde çeviriye çok yermeyen birisiyim ama bu kitapta rahatsız edecek hatalar ne yazık ki fazlasıyla bulunmakta. Bazı kısımlarda çevirmen, orjinal kitaptaki cümleyi tıpatıp aynı şekilde kalkışınca okuyucu için o cümleyi anlamak adeta işkence hale gelmiş. Kitabı okurken belli bir noktadan sonra hem bu hataları görmezden gelmeye başlamam hem de bazı yerlerde çevirmenin harika iş çıkarması kitaptan genel olarak keyif almamı sağladı yine de.

Bunun dışında kitabın sonuyla ilgili birkaç tuhaflık var. Bu tuhaflığın ikinci kitapta açıklanmasını bekliyorum açıkçası. Bunun en temel sebebi kitabın sonlarının gerçekten biraz aceleye gelmiş olması. İkinci kitap, bu kitaptan farklı bir konuyu ele alıyorsa müthiş hayal kırıklığına uğrayacağım.

Genel olarak kitabın ağır ve ilginç başlayan başlangıcından sonra bahsettiğim eğlenceli karakterlerin hikayeye girişi ile kitaptan epey keyif aldım. Beni birçok kez güldüren ve aynı zamanda düşündürüp sorrgulatan bir eser oldu Kutsal Dedektiflik Bürosu. Ayrıca Douglas Adams'ın en meşhur kitabı olan "Otostopçunun Galaksi Rehberi" kitabını şimdi daha da çok merak ediyorum. Bilimkurgu-fantastik-komedi birleşimi bir kitap okumak isteyen herkese bu kitabı kesinlikle tavsiye ederim.


View all my reviews